Hüseyin Bahca: “Yazmanın tek başına hareket edilen bir eylem olduğu gerçeğine inanıyorum.”

Şubat 1, 2019

Hüseyin Bahca: “Yazmanın tek başına hareket edilen bir eylem olduğu gerçeğine inanıyorum.”

Söyleşi: Şirvan Erciyes

1989 yılında Mağusa’da doğan Hüseyin Bahca, Kıbrıs Sanatçı ve Yazarlar Birliği ile Kıbrıs Yazarlar Birliği’nin 2016 yılında düzenlediği “İki Toplumlu Genç Şairler Yarışması’nda” Eylül Bir isimli dosyasıyla mansiyon ödülü kazandı. Şiirleri, öyküleri ve yazıları Afrika Pazar, KerPiç, Kurşun Kalem, Sincan İstasyonu, Yeni E, İnsan Zaman Mekan gibi kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde yayımlandı. Bir yıl süreyle “Afrika dâhil bütün kara parçalarında” isimli kültür-sanat ve edebiyat sayfasının editörlüğünü yaptı. Bazı şiirleri ve öyküleri Yunanca/Rumca, İngilizce ve Farsça’ya çevrildi. Eylül Bir ilk kitabıdır. Bulunduğu ortak eserler: ad perpetuam memoriam ve Aşk Şiirleri Antolojisi’dir. 

Kısaca özgeçmişine değindiğimiz Hüseyin Bahca’nın Eylül Bir adlı şiir kitabından yola çıkarak, Kıbrıs’ta yaşamaya ve Kıbrıs’ta yazmaya dair bir parantez açmak istedik. Gerek Kıbrıs gerekse Kıbrıs şiiri üzerine yeterince kafa yormadığımız bir gerçek. “Yavru Vatan” ve “Ayşe Tatile Çıktı” dışında ne biliyoruz Kıbrıs hakkında? Halen çözüm bulunamamış tarihten gelen sorunları algılayabilecek bakış açısının uzağında, dayatılan ve ezberletilenle yetinmeyi tercih edenler için yeni kuşak Kıbrıslı şairleri okumak ezber bozmak için atılmış önemli bir adım olabilir.

Adada itirazı dillendiren, melez kimliği ve ortak yaşamı savunan, barışı arzulayan bir kesim var. Onların eserlerinde güçlü ve kararlı bir duruş seziliyor. Kıbrıslı şairlerden Tamer Öncül, Kıbrıs ve Selanik Üniversitelerinde sunduğu bildiride  “Artık, özgün, ayakları bu coğrafyaya basan çağdaş; evrensel bir Kıbrıs Türk Şiiri vardır… Farklı şiirsel eğilimlerin, kendi şiirlerini kurarken, genç bir edebiyatı da kuran şairlerin ördüğü bir “şiir atlası”… Türk dilini kullanan, Akdenizli (yüzü karaya bakmayan) bir şiir… Yüksek sesle bağırmak yerine, lirik masallar anlatmayı yeğleyen; mitolojik öykülemenin çağdaş versiyonu diyebileceğimiz bir şiir…” cümleleri ile tanımlıyor Kıbrıs şiirini. Hüseyin Bahca’da bu şiirin bir parçası olarak yazmaya devam ediyor.

‘Bölünmüş bir adaya ve aşka’ ithaf ettiğiniz Eylül Bir, 2016’da Kıbrıs Sanatçı ve Yazarlar Birliği ile Kıbrıs Yazarlar Birliği’nin düzenlediği İki Toplumlu Genç Şairler Yarışması’nda mansiyon ödülü almış. İlk dosyanızla böyle bir ödül almak yazacaklarınız konusunda motive edici oldu mu?

Sevgili Şirvan, merhaba. Öncelikle; yazmanın tek başına hareket edilen bir eylem olduğu gerçeğine inanıyorum; azınlıklardan yoldaşlar edinmek olduğuna bir de. Yarışmalar gelip geçicidir. Fakat o günlerde aldığım mansiyon ödülü beni daha çok çalışmaya motive etmişti. Mansiyon ödülü, bir ışık var ama o ışığın eksiklikleri var demektir benim dünyamda. Bunu yaşayarak öğrendim. O günlerden edindiğim çalışma disiplini, şuan tüm yazım yaşamımı kaplamış durumda.

Şiirlerinizi okuduğumda belki de ilk kez bir adada yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu düşündüm, bana biraz ürkütücü geldi işin doğrusu. Adada yaşamak, şiirlerinize farklı bir boyut eklemiş, bu konuda ne dersiniz?

Şiir ve coğrafya üzerine yüzlerce yazı yazılmıştır. Elbette bu yazılanlar yazanlarını bağlar. Bu sorunuza klişe bir alıntıyla cevap vermek istemiyorum. Çağını yazmaya çalışan biri olarak; coğrafya etkeninin benim zamansal yelpazemde değişkenlik gösteren bir yeri olduğuna inanıyorum. Evet. Eylül Bir yaşadığı toprakları önemseyen ve ülkesindeki düzeni/sistemi değiştirmek isteyen; melez kültürden beslenen, makro ya da mikro milliyetçiliğe hizmet etmek istemeyen, Kıbrıslıtürk bir gencin şiirlerinden oluşuyor. Bu oluşum içerisindeki adada yaşamak olgusu; sizi düşündürmüşse veya ürkütmüşse; Kıbrıs’ta yaşayan insanlara da farklı düşünceler ve duygular katmıştır diye düşünüyorum. Biliyorsunuz ki; coğrafya denilen etken; şiiri yazanı etkilediği kadar, okuyanı da etkiler…

Türkiye’den bakınca Kıbrıs Yavruvatan olarak anılır çoğunluk tarafından ve işin doğrusu Kıbrıslı bu nitelemeden memnun mu diye de pek düşünülmemiştir. Ancak Eylül Bir’i okuyunca bölünmüş bir adaya, savaşa, garantörlere, Ankara Türkçesine güçlü bir itiraz, öfke ve politik bir duruş var, şiirle hayat iç içe. Demin bir adada yaşamayı sormuştum, Kıbrıs da yaşamak diyorum şimdi de.

Sanırım; Türkiye’den bakınca; Kıbrıs konusu, Türkiye halkının sosyolojik bir sorunu. Türkiye halkının büyük bir bölümü bırakın Kıbrıs’ın insanıyla ilgilenmeyi, Kıbrıs’ın dünya haritası üzerinde nerede olduğunu bile bilmiyor. Türkiye’yi seviyorum. Türkiye’yi sevdiğim için birçok bölgesine keşif amaçlı tatiller yapıyorum. Gittiğim bölgelerde çarşıları geziyorum. Oradaki esnaflar bizi kurtardığını söylüyor. Kıbrıs konusu açıldı mı, çoğunluk ciddi bir milliyetçilik içerisinde; en solcusundan, en muhafazakarına, en milliyetçisine kadar. Ben melez kültürden beslenen biri olarak yavru vatan nitelemesinden memnun değilim. Fakat bu nitelemeden elbette memnun olanlar vardır. Demokrasi ve fikir özgürlüğü kavramları böylesi düşünceleri taşıyan insanlara saygı duymamız gerektiğini söylüyor. Elbette dileyen dilediğini düşünebilir ve bunun politik mücadelesini verebilir.

Evet. Eylül Bir hayatla şiirin iç içe örüldüğü genç bir dosya. Bizim günlük yaşamımızda siyasal etkenler ciddi şekilde yer edinmiş durumdadır. Kıbrıslıtürkler bir asimilasyon projesi içerisinde. Arafta kalmış haldeyiz. Ya yapılan müzakereler doğrultusunda bir sonuca varılıp yeni bir devlet kurulacak, ki bunun formülü federasyondur, ya da bir şekilde koparıldığı üretimden daha da kopuk bir halde tüketici bir topluma dönüşerek; Türkiye Cumhuriyeti’ne bağımlılığı artacak. Ben ülkemde barış isteyen bir bireyim. İnsan samimi olmalı; istediklerini ve inandıklarını yazmalı. Ülkemde savaşın devamlılık süreci olan bir ateşkes var. Doğdum doğalı bu ateşkes içerisinde yaşıyorum. Bu ateşkes süreci bizi hayatın her alanında; davranışlarımızdan, konuşmamıza, aldığımız eğitime kadar şekillendiriyor. Ben bu sürece itiraz ediyorum, öfkeliyim ve politik tavrımla kartlarımı açık oynuyorum. Kimseden korkum yok. Kendi içine dönük bencil bir insan ya da şair olarak yaşamanın hiç kimseye faydası olmaz!

Melezlik çok sık yer verdiğiniz bir imge oysa bu taraftan bakınca Kıbrıs’ta yaşayan Türkler Türkiye’de yaşayanlar gibidirler ve hiçbir fark yok gibi gelir çoğumuza. Şiirlerinizi okuyunca farklar ortaya çıkıyor, melezliği biraz açar mısınız?

Aksine. Farklıyız. Çok farklıyız. Ve bu bizim zenginliğimiz. Farklı kültürlerin gelenekselliğini taşıyoruz yarınlarımıza. Bendeki melezlik imgesi multi-kültürel bir anlayıştır. Az önce söyledim; Kıbrıslıtürkler arafta kalmıştır. Kıbrıs’ta MÖ 10000 yıllarına kadar dayanan bir tarih vardır. Tarih boyunca; Kıbrıs, Avrupa ve Ortadoğu arasındaki ticaret anahtarı olduğundan dolayı; buradan Hitit, Finike, Asur, Mısır, Pers, Roma, Bizans, Lüzinyan, Ceneviz, Venedik, Osmanlı ve İngiltere gibi medeniyetler geçmiştir. Bununla birlikte yüzlerce yıl Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar birlikte yaşamıştır. Gelip giden her medeniyet adayı bir şekilde yağmalarken; mitolojik, mimari, sanatsal, zanaatsal, tarihsel, sosyal, kültürel zenginlikler bırakmıştır. Bu zenginlikler bugüne kadar gelmiştir. Ben bu tarihsel zenginliklerin halen var olduğu bir zamanda doğup büyüdüm ve yaşıyorum. Buradaki sosyal yaşamımız çok farklı. İstanbul’daki veya Anadolu’nun herhangi bir şehrindeki semt veya mahalle yaşamına hiç benzemiyor. Mikro ya da makro milliyetçiliğe hizmet etmek istemeyen bir bireyim ama bazı zamanlarda kendimi Kıbrıslıtürk olarak, bazı zamanlardaysa; bir Akdenizli olarak hissediyorum. Kıbrıs’ın diğer iki lisanı olan Rumca ve İngilizceyi maalesef çok iyi telaffuz edemiyorum. Bu lisanları daha iyi telaffuz etsem, belki de bazı zamanlarda kendimi farklı ırksal kökenlere ait hissedeceğim. Fakat şimdilik böyle bir hissiyatı taşımıyorum. Melezlik, Türkçeyi telaffuzumdan, giyimime, sosyal yaşamıma, ailesel oluşumuma, varoluşsal mücadeleme, karakteristik yapıma kadar işlemiş bulunmakta. Ve işin en önemli kısmıysa kozmopolit bilince inanıyorum. Kozmopolit bilincin dünya barışını sağlayacağına inanıyorum. Elbette dünya barışı çok büyük bir hayal. Fakat Kıbrıs’ta yapacağımız barış, dünya barışına ciddi bir adım olacaktır diye düşünüyorum.  Ve bu yüzden kültürel temelimde melezliği barındırıyorum.

Bir de barış ve lisanın eksikliğini vurguluyorsunuz, barışı anlıyorum ama lisan derken anlaşılamama ve insan hallerini anlatma da yetersiz kalışı mı yoksa adalılığın getirdiği bir durum mu?

Hayır. Lisan eksikliği tamamen bana ait. Daha önce de söylediğim gibi; Rumca ve İngilizce lisanlarını iyi telaffuz edemiyorum. Bu lisanları iyi telaffuz edemezsem; Kıbrıslırumlarla nasıl anlaşacağım? Elbette benim gibi binlerce insan var, onlar da böyleyken nasıl barış yapacağız? Neyse konudan kopmayalım, soruya dönecek olursak; cevabım en başta verdiğim cevap; bu eksiklik tamamen bana ait. Ama Kıbrıslıtürklerin, özellikle 1974 sonrasında doğanların; büyük bir kısmı bu konuda benimle ortak iletişim engelini paylaşıyor. Bu gerçeği de yok saymayalım.

Kuyu insanlarından bahsediyorsunuz Musluk adlı şiirinizde. Bir metafor mu kuyu yoksa farklı bir anlam mı gizli?

Şiirlerimin arka planını paylaşmayı pek sevmem. Şiirlerimin, yaşama dahil olduğu halleriyle okura sunulmasını ve okurun o halleriyle yorumlamasını daha doğru bulurum. Fakat bu konu hakkında söylemek istediğim birkaç söz vardır. Günümüz Kıbrıs’ı, savaş suçluları ve mezarsız kayıplarla dolu bir adadır. Bu kaybolma olayları 1974 savaşı ve öncesindeki – tedhiş örgütlerinin yarattığı -; toplumsal çatışma süreçlerinde yaşanmıştır. Bugünlerdeyse; legal veya illegal itiraflarla bazı kayıplar bulunmaktadır. Bulunan kayıplar ya kimsenin gitmeyi akıl etmediği göllerde, ovalarda, deniz kenarlarında oluyor, ya da evlerin, bahçelerin kuyularında. Çocukluğumun geçtiği evlerde çeşmelerden içilirdi su. Acımtırak bir suydu. Defalarca içtik. Defalarca bulaşıklarımız yıkandı kuyulardan gelen sularda. Ve adanın birçok bölgesinde gerçekleşen bu kayıp arama çalışmalarındaki kuyu gerçeğini hissettikten sonra; kanım çekildi, haftalarca sessizleştim, göğüs-kafesime yerleşti içtiğim suların ağırlığı; o ağırlıkta duydum kuyu insanlarını. Bu yüzden çağını yazmanın sorumluluğu içerisinde olan birisi olarak; bana böylesine acı veren bir olayın şiirini yazmak istedim. Yani orada bir metafor yoktur. Orada Kıbrıs’taki halkların dil, din, ırk, mezhep, ayırt etmeksizin kendileriyle yüzleşmesi gereken bir gerçek vardır.

Pul yine sıkça başvurduğunuz bir imge, pul mektup, iletişim, özlem, kendini anlatma gibi çağrışımları imlerken, insan kendini anlatabilir mi sizce? Ya da anlatmak yalnızlığa çare olabilir mi?

Biliyorsunuz ki; günümüz Türk Şiiri’nde; kelimeleri yan yana getirip yaratılan kapalı metaforlarla ilgileniyor çoğu genç şair. Bu arkadaşlarımız yeni bir şeyler aramanın peşinde. Elbette haklı yönleri var. Cumhuriyet, Garip, İkinci Yeni gibi akımlar geçti Türk Şiiri’nden. Sonrasında herhangi bir akım yaratmayan ama Türk Şiiri’ni geliştiren çok iyi şairler.  Bu akımların veya şairlerin arkasından şiir yazmak kolay değil. Ben şiir yazarken yeni bir şeyler bulmayı değil, kendimi bulmayı tercih ediyorum daha çok. Kendimi bularsam şiirin özsuyuna ineceğimi düşünüyorum. Bu yüzden kapalı metaforlardan ziyade; kelimelerin içerisindeki lirik çağrışımlar benim için çok büyük önem taşıyor. Şiir bir bütünselliktir; matematiği, ritmi, ölçüsü, ses dizimleri, nefes tonlamaları/geçişleri, kelimelerin çağrışımları. Tüm bu oluşumlar birbiriyle tek vücut olmalı ve ortaya çıkacak bütünsellikten ayrı bir estetizm yaratılmalıdır. Pul, mektup, özlem, bu kelimeler kendi içerisinde kendi lirizmini taşıyan kelimelerdir. Bu yüzden istem dahilinde veya istem-dışı olarak bir şekilde şiire girmişlerdir.

Kendini anlatma konusuna gelecek olursak; sanırım insan kendini ne kadar anlatmaya çalışırsa çalışsın bir şeyler ya hep eksik kalıyor ya da fazla geliyor. Bu anlatmaya çalışma sürecinde; istediğiniz imgeyi kullanınız, orta yol pek kolay bulunmuyor. Anlatmanın yalnızlığa çare olduğunu sanmıyorum ama hissettiğimiz negatif duyguların azalmasına iyi geliyor. Açık konuşmak gerekirse –ki ben açık konuşmayı severim -; bugünlerde birilerine bir şeyler anlatmayı pek sağlıklı bulmuyorum. Çünkü güvenebileceğim insan sayısı çok az. Bu yüzden sırlarımı şiirleştirmeyi daha doğru buluyorum.

En başta sorulması gereken bir soruyu sonlara doğru soruyorum farkındayım ama şiire nasıl yöneldiniz, sizin yaşınızda genç insanlar arasında okur-yazarlığın giderek ilgi görmediği gibi bir kanı var. O nedenle de bu sorunun yanıtı özellikle ilgimi çekiyor.

Şiirle ilk tanışıklığım ilkokul yıllarıma dayanır. Daha sonra lise ve askerlik dönemlerine. Bu çok uzun ve gelgitlerle dolu bir konu. Bizim jenerasyonumuz biraz daha farklı şeylerin peşinde. Sanal gerçekliğin veyahut kısa süreli eğlencelerin. Üreten değil, tüketen bir jenerasyon bizimkisi. Sevgiyi, samimiyeti, maneviyatı, ailesinin servetini, insanlığı; tüketen bir jenerasyon. Tabii herkes böyle mi, elbette değil. Ben bu çağın böyle olmasının en büyük sebebinin; felsefesizlikten kaynaklı olduğunu düşünüyorum.

Thomas Bernhard “Elli yaşındaysanız gelecek planınız olamaz sadece yaparsınız. “ diyor, sizin henüz elli yaşına gelmenize çok var. O halde geleceğe dair planlarınız nelerdir diye sorabilirim,  bu soruyu okur-yazarlık çerçevesinden ele alabilirsiniz,  ya da nasıl isterseniz.

Şu an 29 yaşındayım. Ellime daha çok var. Ve hayatın her anını yoğunlukla yaşamak istiyorum. Dünyayı keşfetmek istiyorum. Yakın zamanda almayı planladığım motosikletimle, fotoğraf makinemle ve not defterimle… Her hafta ayrı bir ülkede uyanmak istiyorum. İnanın bunu yapmayı çok istiyorum. Bana söz hakkı tanıdığınız için sevgi ve teşekkürlerimle…

edebiyathaber.net (1 Şubat 2019)

Yorum yapın