“Heba”: Kendi dilini yaratan dilin yarattığı bir roman | Erdinç Akkoyunlu

Nisan 24, 2013

“Heba”: Kendi dilini yaratan dilin yarattığı bir roman | Erdinç Akkoyunlu

Romanda dilin imkânlarını iyi kullanmak başka, bir roman dili yaratmak başkadır. Üstelik bu ikisini yapmak, tam bir ustalık ister…

1800’lerin ilk çeyreğinden bugüne, neredeyse denenmemiş bir tekniğin kalmadığı roman sanatında dil ile üslubu birbirinden ayrılmaz hale getirmek, mutlaka biri diğerinin içine geçeceği için konuyu da bir dile dönüştürmek, edebiyatta ne kolay rastlanır işlerdendir ne de edebiyatta iyi bir yer edinme kaygısı ile yapılır yahut böyle yapılırsa başarıya ulaşır. Hasan Ali Toptaş’ın konu-üslup ayrımında değerlendirmeye fırsat vermeyen yapısı, romanın bütününün bir roman dili olarak kurgulanışıyla bu uğraşın nadir uğraşılmış ve başarılmış örnekleri arasında.  Bu roman dili yaratımının da, Toptaş’ı tanıdığımız Gölgesizler adlı romanını yayımladığı günden beri atfedildiği gibi, Kafka akımının tipik özelliği olan sadeliğin gücüne dayanarak yapıyor oluşu ise ayrıca önemli…

Zebercet’i görür gibi olmak

Hasan Ali Toptaş’ın başkalarının hırslarında ve vurdumduymazlığında parçalanan Ziya’nın yaşamını 7 bölümde anlattığı Heba, dilden ayrı düşünülemeyecek, dahası dil olmazsa yaşamını sürdüremeyecek bir konuyla açılıp sonlanıyor. Türk edebiyatının en özgün eserlerini veren yazarlarından Yusuf Atılgan’ın kimsenin pek uğramadığı bir Anadolu otelinin (Anayurt Oteli) işletmecisi Zebercet’inin, nevrozlarıyla okurun beynine âdeta sökülemeyen bir çivi gibi çaktığı karakterinin fazlalıklarından ve gösterişinden sıyrılmış bir türdeşi izlenimini çok kuvvetli veriyor Ziya.  Fakat Ziya’nın Zebercet’in daha postmodern hali olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi, Zebercet ile Ziya arasında edebi bir iyi örneği takip etmesi kuramının dışında düşünmek, Heba’yı heba etmek anlamına gelebilir.

Yaşamın değiştiği çocukluk anı

Çocukluğunda hiçbir neden yokken canını aldığı kuşun vicdan azabının yüreğinde kanatlanışı, gözünü her açıp kapattığında korkudan titrediği yatağının altında da gerçek ile düş arası bir varlık olarak kuşun canlanmasıyla yaşamı değişen Ziya’nın hikâyesidir, Heba’da bir roman diline dönüşen. Artık Ziya’nın hayatı öldürdüğü yahut zihninde var ettiği kuş ile kaderi aynıdır ve Ziya, o kuş gibi, tüyü yastığın üzerinde olacak kadar vardır ve de kimsenin onu görmeyeceği kadar Ziya’ya ait oluşuyla yoktur artık. Romanın ilerleyen bölümlerinde; Ziya’nın Suriye sınırındaki berbat askerliği ve hamile eşini bir bombalı saldırıda kaybedip bir süre sonra da yaşadığı kenti terk ederek asker arkadaşı Kenan’ın köyüne yerleşmesi ve burada Kenan’ın kardeşi Nefise’ye duyduğu uç vermemiş duygularla ürperişiyle, Nefise’ye âşık köylünün gaddarlığı, Kenan’ın iç burkan bir gurur uğruna ölüşünün hikâyesi ve Ziya’nın var ile yok olduğunun anlatıldığı final, okura Toptaş’ın romanında başarıyla uyguladığı adı bu olmasa da yakıştığı söylenebilecek “araf” tekniğinin iyi örneğini oluşturur. İnsan yaşamının çocuklukta şekillenmekle kalmayıp çocuklukta yaşananların hayat boyu silinmeyen bir mürekkeple yazılı kader misali kişiyi etkilediğini anlatır Toptaş, Ziya’nın hayat öyküsüyle. Alelade bir insan olması, Ziya’nın olaylara çevresindekilerden daha farklı anlamlar yüklemesi ve yaşamda karşılaştıkları konusunda derinleşmesinin önünde engel değil, hatta alelade insan oluşundan kaynaklanan yaşamın her türlü tozu ve pisliğinin gelip üstüne bulaşmasından kaynaklı çok şey yaşamış olmanın tecrübesi Ziya’nın hayat bakışını farklılaştırır. Toptaş, bize toplumda zaman zaman karşılaştığımız, fakat en iyisine bile deli denilebilecek amatör filozofların Türkiye’de yaşarken, üstelik erkek ve sınır boyunda askerlik yapanlarının ne denli topluma aykırı olabileceklerini anlatıyor Heba’da. Bunu yaparken de, çoğu zaman söz ve davranışlarının nedenini anlamasa da, onu anlamaya yönelik büyük çaba sarf eden ve Ziya’nın yaşamında Ziya farkına varmasa da büyük yer tutan Kenan karakteri üzerinden var ettiği Anadolulu olgun duruş, Cabbar ve kardeşinin kalleşliğinde resmettiği Anadolulu hainlik ikileminin birbirine tam geçen parçalarını oluşturuyor…

Murakami’nin Kafka’sı ayrı

Çoğunluğu Suriye sınırındaki bir askeri karakolda geçen romanın Ziya’nın boşalttığı evinin anahtarını teslim edişinde ev sahibesinin anlattığı hikâyeden oluşan açılış bölümündeki imgesel yoğunluk, iyi romanların iyi ilk cümleleri olur, kuramını iyi romanların iyi giriş bölümleri olur, şeklinde değiştirmenin başarılı örneklerinden. Aynı zamanda romanın giriş bölümü, ilerleyen bölümlerdeki Ziya’nın düş ile gerçek arasındaki Araf’ta kalış halinin şifrelerini verişi bakımından da son dönemde dünya edebiyatında Japon yazar Haruki Murakami’nin Toptaş’ın da dâhil olduğu Kafka akımının postmodern halini yoğun biçimde hatırlatıyor. Burada Toptaş ile Murakami arasındaki edebi fark, Murakami’nin roman örgüsünü, söz gelimi Ziya’nın yaşamını anlattığını düşlediğimizde ortaya çıkacak olan Avrupa edebiyatına dayalı izlek ile Toptaş’ın Türk edebiyatına dayalı izleği olarak kendini ortaya koyuyor. Murakami’nin Avrupalaştırarak yazışını “Roman sanatı Avrupa’ya ait olduğu için bunu Japonlaştırıp kimseyi kandırmaya gerek yok, ancak onların imgesiyle Japonya’da geçen öykü yazabilirim”  şeklinde bu sözlerle ifade etmeden ifade edişi, dünyaca alkışlanıp belki birkaç yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü ile takdir kazanacakken, buna sırt çeviren Toptaş, Türk edebiyatının köy romancılığına dayalı bir izlek oluşturmuş Heba’da. Fakat nasıl ki Zebercet ile Ziya arasında bir ardıllık söz konusu değil ise Toptaş’ın Heba’sı ile Türk edebiyatı köy romancılığı arasında da bir ardıllık söz konusu değil. Sadece Toptaş’ın romanın genelinde var olan iklim köy edebiyatı temeline henüz Heba’da ortaya koyduğu edebi tarza ait bir Türk edebiyatı ekolü oluşmadığı için mecburen sınıfsal olarak giriyor. Toptaş, Heba’daki çabasını başka eserlerinde de sürdürür ve bugün giderek artan Toptaş tarzı yazarlar da bu önemli ustaya erişir eserler verirse, Heba’nın türüne ilişkin farklı şeyler söylemek de, benim gibi okuma notları yazanın işini kolaylaştıracak.

Dilin egemenliği

Konudan kaynaklı kurgu gerektirdiği için değil, oluşturulan roman diline uygun olduğu için konunun ilerlediği Heba’nın büyük bölümü, roman sonunda öğreniyoruz ki ölünün ağzından anlatılıyor. Ziya’nın askerlik yaptığı Suriye sınırı karakolunda kaçakçılarla yahut sıkıntıdan ve sinek bulutlarını dağıtmak için sağa sola sıktıkları mermiyi karargâhtan istemek için kaçakçılarla savaşıldı, yalanını uyduran askerlerle çıkan bir çatışmada hayatını kaybettiğini yahut romanın dili haline geldiği için aslında ölmediğini. Veya bunu öğrenmiyor ama Toptaş’ın romanda kullandığı imgelerden süzüyoruz. Zaten bunun açıkça belirtilmesi ya da belirtilmemesinin nedeni, oluşturulan roman dilinin romanın yazarını birinci anlatıcı düşündüğümüzde ikinci bir anlatıcı olarak var olmasından kaynaklanıyor. Heba’da tüm ipler dilin elinde. Dil ne derse o oluyor. Bitmiş hikâyeyi ta başından itibaren yeniden yazan da, roman karakterlerinin cümlelerini üçer beşer sayfalık monologlarda anlatıp bir yaşayan insan üslubu kullanılmasına izin vermeyerek ta ilk baştan Ziya’nın Heba olduğunun ipucunu veren de, Kenan’ın kardeşi Nefise’nin sevmediği zorbalarla evlenmesini bu mümkün görünmese de ilerde bu ihtimalin kardeşinin kaçırılarak bile gerçekleşeceğine dayalı bir hesaplamayla, âdeta intihar eder gibi borcunu veremediği köylüsünün bıçağının üstüne atlayıp, önemsiz yarayla ölür ve zaten yaşamayan Ziya’yı da peşinden ölmesi için sürüklerken de her şey dilin elinde romanda. Zaten önemli olan da, bugüne değin Türk edebiyatında en başarılı örnekleri verilmiş bir konuyu ve zaman zaman karşımıza çıkan bir karakteri henüz kullanılmamış böyle bir dil ile anlatmak, konuya seçip ona uygun dil yaratmak yerine dili seçip o dilin anlatabileceği tek hikâyeyi duymaya çalışmaktı. Toptaş bunu başarmış… Roman yazmadan geçen 7 yılda, okurunu beklettiğine değmiş ve bu iyi romanla kendince özür de dilemiş…

Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (24 Nisan 2013)

Yorum yapın