Havasız fıçılar | Anıl Ceren Altunkanat

Ekim 24, 2017

Havasız fıçılar | Anıl Ceren Altunkanat

“Birçok insanın aynı şekilde, kendilerini gerçekten canlı hissetmek için, her şeyi tehlikeye sokarak, hayatlarından, ayrıca kendilerinden dışarı atladıklarını söylemem gerekirdi. Hepsinin, kendilerini korkularının içine, korkularının havasız fıçısına kapatarak bunu yaptıklarını ona söylemem gerekirdi.”

Wesson; bir nehir okuyucusu. Bir balıkçı. Nehirde cesetlerin tarihini süren bir ceset balıkçısı. Babasının gölgesine hapsolmuş, fıçısına alışkın bir ihtiyar. Huysuz. Bakla püresi kürü yapıyor. Ne dese yeri.

“Her zaman böyleydi. Biz şelale sayesinde geçiniyoruz ama şelale istediğini yapıyor. Yapacak tek şey içine girip sağ çıkmak. Birisinin bunu gerçekleştirmesini ezelden beri bekliyoruz.”

Smith; bir meteorolog. Sıradan insanların sıradan anılarını hava durumu istatistikleri hazırlamakta kullanan bir dâhi. Pek fazla insanın işine yaramayacak ufak aletlerin ve dolandırıcılığın aranan ismi. Özellikle ikincisi söz konusu olduğunda, gerçekten arandığı rahatlıkla söylenebilir.

“Bakın, sözcükler şaşmaz bir kesinliğe sahip küçük makinelerdir, inanın bana, insan sözcükleri kullanmasını bilmiyorsa hiç kullanmasın daha iyi, neyse öyle kalmayı kabul etmesi herkes için daha hayırlı olur; yani anlatmak için bir-iki harf anımsamaya çalışarak, ancak parmağıyla işaret etmeyi bilen kaba bir hayvan olduğunu kabul etsin…”

Rachel; 1900’lerin başında, erkek egemen dünyanın içinde kendine ve sesine yol bulmaya çalışan bir gazeteci. Hikâyesi yok, henüz yok; yaratacak. Gazetede akşam müdürlerine kahve taşırken uğradığı tacizleri saymazsak anlatacak tek şeyi var; bir şey anlatma isteği.

“Hayattan çok şey bekliyorduk, hiçbir şey beceremedik, hiçliğe doğru kayıp gidiyoruz ve bunu göt kadar bir yerde yapıyoruz; burada harika bir şelale bize her gün yoksulluğun insanların bir buluşu olduğunu ve büyüklüğün dünyanın normal gidişatı olduğunu anımsatıyor. Başımıza kurşunu sıkabiliriz ama tabanca alacak paramız bile yok. Onun için boka batmış durumdayız, üçümüz birden… sadece bir şey bizi kurtarabilir.”

Niagara Şelalesi bu üç insanı bir araya getirir; benliklerinin en canlı yerinden yakalayıp umudun – ve nehrin – içine savurur. Bir değişim arzusudur bu savruluş. Her biri kendi havasız fıçısı içinde; her biri çaresiz; her biri değişime muhtaç.

Alessandro Baricco kısa ama etkileyici oyunu Smith & Wesson’da o çok tanıdık ve bu yüzden sessizliğe boğularak geçiştirilen soruyu soruyor: Tüm hayatınızı değişmek için yaşıyorsunuz; o halde değişmek için hayatınızı riske atar mısınız?

Atar mısınız? Atmalı mı? Çoğumuz için yaşamının temel amacı bizzat o yaşamı değiştirmek, değil mi? Her köşesinde sıkıştığımız betondan şehri, kasvet yüklü evimizi, bizi boğan işimizi, bir ceset gibi sürüklediğimiz ilişkimizi, uslu durmayıp geçmişimizden şimdiye saldıran çocukluk travmalarımızı, etten bir hücreye dönen, yabancılaştığımız bedenimizi; tüm yaşantımızı ve kendimizi. Her şeyi değiştirmek istiyoruz, yalan mı? Peki, bu değişim için neyi, neleri göze almalı?

“21 Haziran sabahı, yaz dönümü, insanlık tarihinde ilk kez bir insanın ölmek için değil, yaşamak için, sonunda gerçek bir yaşama kavuşmak için Niagara Şelaleri’nden atlamasına karar verdik.”

Belki göze almaktan fazlasıdır konuşulması gereken. Hemen hepimiz belli bir ölçüde muhafazakârlık (yani korkaklık) ve alışkanlıklar zinciri (yani kolaycılık) içinde (ve sayesinde) yaşarken, bundan fazlasıdır belki değişimi bunca zor kılan. Bunun sizi çok mutlu edeceğine ilişkin bir güvenceniz olsa dahi yarın istifa edebilir misiniz? Alıştığınız şehirden, sizi “huzurlu” bir tutsağa dönüştüren evinizden vazgeçebilir misiniz? Öldürmeyip süründüren her şeyi kenara itip yeni bir “ben” inşa edebilir misiniz?

“Neden öyle olsun ki? Ben ölmeyeceğim. (Soru.) Söyledim ya, ölmeyeceğim. (Soru.) Aslında daha önce, evet, daha önce her gün biraz ölüyordum, ölmekti benimkisi. Ama doğruyu söylemek gerekirse, bana yakışmayan bir biçimde ölmekti o.”

Asıl soru bu belki: Kendinize yakışan biçimde yaşamayı kabullenebilir misiniz? Bunu istiyor musunuz? Herkesin evet dediği bir sorunun yanıtı genellikle hayırdır. Değil mi? Doğru yaşanamayan yanlış yaşamlar. Her yaşam.

“Yanlış bir yazgının büyüklüğünü durdurmak için artık çok geç kalınmış olduğu halde, küçük kusurları hafifçe düzeltme gereksinimiydi benimkisi. (…) Yaşamı, evet hayatı, bizim adımlarımızın yavaşlığı ve yüreklerimizin kararsızlığı yüzünden fazla hızlı bir biçimde çekip gitmişti. Onu nehir almıştı, biz bilgelik gösteremeyip Rachel’ı ona bırakmıştık. Ama bilgelik, bakın…”

Ve işte, o bilgelik Bayan Higgins’in (okurun tanımadığı ama sonsözlerin vuruculuğuyla ete kemiğe bürünen Bayan Higgins’in) ağzından kendini fesheder. Belki değişim olanağının kendisi de…

“Ama olmadı işte, çoğu kez beklenen olmaz. Ekilir, biçilir ama iki şey arasında çoğunlukla bir bağlantı yoktur. Olduğunu öğretirler sana ama… bilmem, ben hiç görmedim. Zaman olur ekersin, zaman olur biçersin, o kadar… İşte bunun için bilgelik gereksiz bir kural, hüzün doğru olmayan bir duygudur, her zaman.”

Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (24 Ekim 2017)

Yorum yapın