Hasan Faruk Levent: “Geçmişimize dönüp bakmayı pek beceremedik.”

Ağustos 29, 2019

Hasan Faruk Levent: “Geçmişimize dönüp bakmayı pek beceremedik.”

Söyleşi: Gönül Ekici 

“6-7 Eylül hadiselerinden Cumartesi Anneleri’ne, Sait Faikli, İlhan Berkli, Canseverli anıştırmalardan Saramago’ya, Calvino’ya çeşitlenen, İstanbul’un göbeğinden birden Ege’nin yeşil coğrafyasına geçip bağ evlerine uğrayan, aşk, cinayet, yazma sıkıntısı, kalıcı olma kaygısı, vefa, düşler, gerçekler ve uçuşkan bir gizemle dokunmuş bir metin.”

Bilgi Yayınevi etiketiyle yayımlanan Bir Geçmiş Düşü’nün arka kapağında bunlar yazıyor. Biz de yazarı Hasan Faruk Levent’le kitabı ve yazma serüveni üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Merhaba, öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? 

1960 yılında Ankara’da doğdum. Üniversite yıllarım dışında Ankara’da yaşadım. Üç yıldır İzmir’de oturuyorum. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nden mezun oldum. Ankara Gaziosmanpaşa’ da kurucu ortağı olduğum ve yöneticiliğini yaptığım antika ve sanat galerisinde sanatla ve güzelliklerle iç içe geçen çalışma yaşamım oldu. KADER‘in Ankara’da kuruluş ve örgütlenme çalışmalarına katkı sunmaya çalıştığım süreçte kadın hareketine omuz veren akademisyen arkadaşlarımın da teşvikiyle Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı‘nda yüksek lisans eğitimimi tamamladım. Sanırım ilk erkek mezunum. Edebiyatın yaşamımda her zaman önemli bir yeri oldu. 2008 yılı başında Ankara’da iki arkadaşımla birlikte, Profesör Talat Sait Halman‘ın da içten destekleriyle çalışmalarını bugün de sürdüren bir okuma grubu kurduk. Arkadaşlarımla edebiyat soluyarak ve edebiyat konuşarak yaşadığımız paylaşımlar yaşamımın benzersiz, değerli deneyimlerindendir. Bu süreçte öyküler yazıyordum. İlk kitabım bir roman olsa da öykü yazarak başladı yazma serüvenim.

Sizi “Bir Geçmiş Düşü”ne götüren süreci anlatabilir misiniz? 

“Bir Geçmiş Düşü” nü bir öykü olarak yazmaya başladım. Pek çok zaman olduğu gibi gecenin geç bir saatinde aklıma düşüverdi bir bağ evinde yaşayan Kerim Bey’le Ali Efendi. Birkaç sayfa bir şey yazıp dosyaya koydum. Bazen gerisi gelir oylumlanır, öyküye dönüşür yazdıklarım, bazen de unutulup gider. Bir oturuşta yazan biri değilim. Yazmak ince, ayrıntılı bir işçilik benim için. Kerim Bey’le Ali Efendi sonraki günler onları yazmam için direttiler. Zamanla dış görünüşleri, karakter özellikleri, geçmişleri, birbirlerinin yaşamlarındaki yerleriyle yaşayan karakterlere dönüştüler. Bağ evi de mutfağı, bahçesi, salonu, yaşayanlarıyla kendi başına bir karaktere dönüştü. Doktorla matmazel ve diğerleri yazdıklarım romana evrildikçe ortaya çıktılar ve sahnedeki yerlerini aldılar.

Romanda etkili ve başat bir karakter olarak yerini alan 50’lerin İstanbul’unun hikâyesi ise daha farklı. 50’lerin İstanbul’u üzerine, Beyoğlu, azınlık ve Levanten kültürü üzerine, azınlık göçleri ve Varlık Vergisi uygulamaları üzerine değişik kaynaklardan okumalar yapıyordum. Öte yandan başucu yazarlarımdan Sait Faik ve İlhan Berk‘i okuyordum. Okuduğum öykü ve şiirler diğer okumalarımı ete kemiğe büründürüyor, boyutlandırıyordu. 50’lerin İstanbul’u ve Beyoğlu üzerine yazmaya da başlamıştım. Sait Faik’in öyküleri ve Berk’in şiirleriyle yazdıklarımı harmanlasam nasıl olur diye düşünmeye başladım ve yazdıklarımı yeniden düzenledim. Zamanla Kerim Bey güçlü ve çok boyutlu bir karaktere dönüşürken bağ evi gibi İstanbul’da Kerim Bey’in geçmişi ve gençlik yıllarıyla birlikte romana girdi.

Geçmiş, edebiyatta anımsamalar ve geriye dönüşlerle yer alır. Romanımda bir geçmiş düşüne götüren yolun taşları, bir anlamda yerine yenisini koyma özlemiyle unutmak için anımsanan bir süreç olarak vermeye çalıştım geçmişi. Kerim Bey’i geçmişinden mutsuz, yaşlılık yıllarına kadar geçmişini sırlarıyla birlikte unutmayı seçerek yaşamış, yaşlılığında ise unutmaya çalıştığından farklı bir geçmiş düşünün peşine düşmüş bir karakter olarak çizdim. Bellek, anımsama, unutma, anılar üzerine yaptığım okumalarda geçmişin bellekte depolanıp değişmeden kalan bir süreç olmadığını, anıların zaman içinde, özellikle anımsama süreçlerinde değişebildiğini, özellikle travmatik yaşantılar sonrası kişinin anısını bastırmasının, unutmasının ya da acı vermeyecek biçimde değişmiş olarak anımsamasının söz konusu olabileceğini gördüm. Tüm bunlar sislerin ardında, muğlak ve çok katmanlı bir anlatı yapısı kurmamda yardımcı oldu.

Romanınızda 50’li yılların İstanbul’unu anlatıyorsunuz. Bir nevi aktardığınız, dönemin ideoloji fırtınası. Bu dönemi anlatmanızın özel bir nedeni var mı? 

Toplum olarak değişir, dönüşür, gelişirken geçmişimize dönüp bakmayı pek beceremedik. Değişimi seviyoruz ama değişimin dinamik kaynaklarının geçmişte yattığını göz ardı ediyoruz. Oysa farklı köken, dil ve dinden insanların bir arada yaşadığı bir dünya imparatorluğunun mirasçılarıyız ve cumhuriyetin kuruluş sürecinde bugünün ölçülerinde bile olağanüstü büyük göçlerin yaşandığı bir ülkeyiz.

Cumhuriyet sonrasında da özellikle İstanbul’u terk eden gayrimüslimlerle Balkanlardan gelen Müslümanların göçleri sürdü. İlginçtir ki neredeyse birkaç yüz yıldır süren bu gelgit süreci ancak son on beş yirmi yıldır edebiyatımıza yansıyor. Oysa geçen yüzyıl başından itibaren Anadolu’dan göç eden Rumların yazdıklarından oluşan büyük bir edebiyat var Yunanistan’da. Romandaki Belkıs Hanım gibi aile kökenlerimizle ilgili bilgilerimiz bile kulaktan dolma, yarım yamalak. Büyük zenginliğimizi görmezden geliyor, hoyratça ve savurgan davranıyoruz. Hamasi bakış açısı yerine anlamaya ve dersler çıkarmaya yönelik bir bakış açısı edinmemiz gerek.

Günümüzde, yakın ya da uzak geçmişte yurt bildiği topraklardan ayrılıp başka topraklarda yaşamak zorunda bırakılan insanların acılarına günlük siyasetin dışından bakmak, dile getirmek ve o insanlara selam göndermek istedim.

Dünya edebiyatında baba-oğul hikâyesi üzerinden yazılmış birçok eser var. Kitabınızda gerçek ile düşün iç içe geçtiği bir kurgu ile bir baba-oğul öyküsü de anlatılıyor. Bu konuyu ele alırken etkilendiğiniz bir yazar ya da metin var mı?

Romanda klasik bir baba-oğul hikâyesi anlatmayı amaçlamadım. Şehirde ya da kırsalda yaşanan değişimler kuşaklar arası çatışmalara yol açıyor. Kerim Bey’in babası kendi babasından farklı bir düzen kurar. Türkiye’in ellili yıllarında Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla değişen iklimi fırsat bilerek bir değişime yönelir. İki oğlunu da kendi kontrolü altında bu değişimin birer uygulayıcısı olarak yetiştirmeyi hedefler. Koşullar değişir, büyük oğul Aycan devraldığı düzeni sürdüren bir taşra muhafazakarına dönüşürken küçük oğul Kerim değişimden yana ama değişimi kendi yaşamında bile gerçekleştirecek cesarete sahip olmayan yaşam korkağı birine dönüşür. Güçlü babanın gölgesinde özgürce serpilemeyen oğullar. İkisinin de düşleri yaşanmayan hayaller olarak kalır. Romanda anne figürünün silikliği babayı belirgin olarak öne çıkarırken bahsettiğim toplumsal değişim açısından bir baba-oğul çatışması yaşanır. Kerim Bey’in babasını öldürme düşüncesinin bir gençlik fantazisi olması ise psikanaliz ve Freud’a bir gönderme, bir anlamda bir selam.

Yeni çalışmalarınız var mı? 

Bir öykü dosyası üzerinde çalışıyorum. Bugün, geçmiş ya da gelecek, herhangi bir zamanda ya da yerde geçebilecek, günlük hayatlarımızda karşılaştığımız sıradan insanların başına gelebilecek şaşırtıcı, tuhaf olayların anlatıldığı öyküler bunlar. Öte yandan yaptığım araştırmalar, aldığım notlar var. Bunlar birikip bir romana evrilir mi, öyküler kitaplaştıktan sonra yeni öykülere mi yoksa romana mı yelken açarım, şimdiden bir şey söylemem zor.

edebiyathaber.net (29 Ağustos 2019)

Yorum yapın