Harun Candan: “Kitaplarım çizginin karanlık tarafında kalıyor.”

Şubat 22, 2016

Harun Candan: “Kitaplarım çizginin karanlık tarafında kalıyor.”

harun-candanHarun Candan’ın ikinci kitabı Yağmur Dinecek Kimse Bilmeyecek, şubat ayı içerisinde İletişim Yayınları tarafından basıldı. Aşk, aldatma, cinayet, kaçış gibi farklı konuları başarılı bir biçimde bir araya getiren Candan’la kitabının derinliklerine, anlamlarına dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

Hayalname’nin ardından ikinci kitabınız Yağmur Dinecek Kimse Bilmeyecek yayınlandı. Bu iki kitap arasında nasıl bir devamlılık ya da nasıl farklılıklar var? Tür, biçim, üslup vs. açısından…

İkisi de çizginin karanlık tarafında kalan kitaplar. Kaçış atmosferi yoğun. Suça bulaşmış olduklarından ötürü her iki kitapta da karakterlerin isimlerini bilmiyoruz. Hikâyeyi onların ağzından okuduğumuz için bize kendilerini tanıtmıyorlar belki de. Yolculuk, her iki kitapta da ana unsurlardan. Bunlar benzeşen yönler. Farklara bakacak olursak, Hayalname uzun bir zaman dilimine yayılıyor, Yağmur Dinecek Kimse Bilmeyecek ise dört–beş güne sığan bir hikâye. İlk kitaptaki karakterin duyguları daha yoğun yaşadığını söyleyebilirim. İkinci kitapta daha bencil, daha ruhsuz, belki de bıkkın bir adam çıkıyor karşımıza.

Metnin çok çeşitli katmanları var. Örneğin konu olarak; aşk, cinayet, aldatma, kaçış… Hangisi romanın ana konusu ya da bunlar bir araya nasıl geliyor?

Bunları bir araya getiren hayatın kendisi. Gazetelere, haberlere bakmak yeterli. “Kıskançlık cinayeti, aldatan eşini öldürdü, komşusunu arka bahçeye gömdü, dokuz kişiyi öldürdü hâlâ yakalanamadı.” Ne yazık ki bu böyle. Tabii romana bakınca, ana konu olarak bunlardan birinin sivrilmesi beklenebilir. Bana kalırsa aşktan ziyade gerilim ve suç, yani polisiye yön ağır basıyor. Sanırım bunu okura bırakmak daha doğru olur. Pek tabii bir başkası hüzünlü ve yarım kalan bir aşk hikâyesi olarak da niteleyebilir. Ben cinayet ve kaçış diyorum… Hani bazen ortasında olmamıza rağmen hikâyede bir sürpriz olur da “Film daha yeni başlıyor,” deriz ya, öyle… Bence kitap cinayetle beraber “başlıyor”.

yagmur-dinecek-kimse-bilmeyecek-kitabi-harun-candanAslında siz bu saydıklarımızın tümünü bir şekilde birbirine bağlıyorsunuz. Nasıl bir kurgu yöntemi ve biçim tercih ettiniz?

Sanırım burada “kırılma noktası” devreye giriyor. Evet, aşk ve romantizm şeklinde ilerleyen hikâye bir anda çatırdıyor, bambaşka bir yola kıvrılıyoruz; cinayet ve kaçış. Bu noktadan sonra karakterin gözüyle bakmaya çalışıyorum. Yerde yatan bir ceset varken artık aşktan söz etmek mümkün olmuyor. Tabii bir kırılma olacaksa, bunu belli etmemek en güzeli. Sakin, kendi halinde ilerleyen bir hikâye bir anda hızla yükselince okuyucunun daha çok keyif alacağına inanıyorum. İlk kitabımda hikâyeyi bölüp parçalamış, düz bir çizgi halinde ilerlemesi gereken zamanı, farklı katmanlara ayırmıştım. Yağmur Dinecek Kimse Bilmeyecek’te daha sade bir anlatım tercih ettim. Biçimden çok hikâye ön plana çıkıyor.

Romanın mekânı bir ada ve bu mekânı çözümlerken iki sözcük çok önemli hale geliyor: islomania ve klostrofobi. Bir yandan adaya bağımlı karakterler var; diğer yanda adaya sıkışıp kalmış, adadan kaçmak isteyen karakterler. Bu gerilim için ne söylersiniz?

Bu bir insanlık halidir. Her şey zıddı ile kaimdir. Ben de adada yaşadım. Fırtınada mahsur kalmanın ne demek olduğunu biliyorum. Ada aynı ada ama bir kişi ona bağlı, diğeri kaçıp kurtulmak istiyorsa sizin de dediğiniz gibi bir çatışmadan, bir gerilimden söz etmek mümkün. Daha doğrusu bu gerilimi yansıtabildiysem ne mutlu bana.

Bahsettiğimiz bu mekân, romanın zamanını da oluşturuyor. Adada sıkışmışlık çok farklı bir zaman algısı yaratmış sanki. Tekrar eden çevrimler var, zaman yavaş akıyor… Ne dersiniz?

Bu kısım önemli. Dünyayı, yörüngesiyle, zamanıyla, düzlemiyle, konumuyla alalım, sıkıştırıp küçültelim. İnsan ömrünün düşe düşe bir haftaya düşeceği kadar sıkıştıralım. İşte, Yağmur Dinecek Kimse Bilmeyecek’te elimden geldiğince, naçizane bunu yazmaya çalıştım. Dünya hayatı, adaya dönüştü. Üç–beş günlüğüne, vazife icabı gelinen bir ada… Yukarıda bahsettik; kimisi adaya çok bağlı, kimisi bir an önce gitmek istiyor. Tabii burada romandaki kavramları da oturtmak lazım. Dünya, ada dedik. Aslı, aslında, şeytan. Günaha sevk ediyor. Güzel gösteriyor, kandırıyor. Hikâyeye bakıyoruz, karakter günaha bulaşmış olsa da kurtuluş bir şekilde, kutsal kitapla geliyor. Sürekli yağmur yağıyor; günahlar, kazalar belalar. Adaya gelmeden önce bir sevgili var, adadan ayrılırken de aynı sevgiliye dönülüyor. Bu ve buna benzer anlatımlar. Adadaki, zamandaki, hikâyedeki, hissiyattaki sıkışmışlık da bu işte. Bir dünya prototipi oluşturmaya çalıştım.

Söyleşi: Onat Özlü – edebiyathaber.net (22 Şubat 2016)

Yorum yapın