Halikarnas Balıkçısı’nın gözünden Anadolu, efsaneler ve gerçekler | Selva Trak Ulupınar

Nisan 9, 2018

Halikarnas Balıkçısı’nın gözünden Anadolu, efsaneler ve gerçekler | Selva Trak Ulupınar

Her okunuşta farklı bir tat veren ve ezber bozan bir kitap ‘’Anadolu Efsaneleri’’… Tek başına on iki sayfalık önsözünün dahi bir mini eser niteliği taşıdığı kitap, okudukça kanılmayan bir bilgi pınarı gibi… 

Eserde Anadolu’yu her köşesiyle daha da sevdiren, anlamlandıran ve bu toprakların değerini bir kez daha hafızaya kazıyan mitler, birbiri ardına sıralanıyor. İ.Ö 2-3 bin yıl geriye giderek balta girmemiş ormanların kuytularında tanrılar ve tanrıçalarla, savaşçılarla, su perileriyle,… gerçeklermişçesine karşılaşmak anlatılması güç güzellikte bir duygu…

‘’Anadolu Efsaneleri’’nin başkahramanları; Anadolu, tarih ve doğa: Misal; ‘’…bütün tanrıların başlarını topaç gibi döndürmüş olan köhne Bizans’ın, Aphrodite memelerinden sulandığı söylenen Sultanahmet Ovasında kahramanlar arasında olan büyük bir savaş…’ a ait satırların okunması elbette tarihle efsaneyi iç içe yaşattığı için olağanüstü bir lezzet verecektir.

Anadolu’nun haritalardaki görüntüsünün, tarihteki önemini hiçbir vakit yansıtamadığını vurgulayan yazar; gerek çevresindeki üç kıtadan göçlere köprü görevi gördüğü sıralarda gerekse fetihler sırasında, tıpkı Türklerin olduğu gibi diğer yabancıların da buradaki halklara karıştıklarını hatırlatıyor. Bu durumda hemen hemen tüm halkların kanlarının damarlarımızda dolaşması gerçeğiyle de bir kültür sentezi oluştuğunu belirtiyor: ‘’Batı irfanı denilince yabancı bir irfan sanıldı, oysa Batı kültürünün beşiği Anadolu’dur… Batı’nın çiçeklerini alıp artık kurumuş olan eski ağacımızın dallarına pamuk ipliğiyle bağlamaya ne hacet vardı? O çiçekleri açan gövde ve kökler bizim topraklarımızdaydı.’’

 Kimi satırlarda edebiyat tarihi karşılıyor okuru: ‘’…Heredotos’un kitabı dünyada yazılan ilk düzyazı eseridir. Demek ki dünyanın ilk büyük epik şiiri –yani İlyada- Anadolu’da gün yüzü gördüğü gibi dünyanın ilk düzyazısı da Anadolu’dan çıktı.’’  

Ve karşımıza Amazonlar çıkıyor; İzmir’i, Efesos’u kurdukları ve onlara kendi adlarını verdikleri düşünülen dişi savaşçılar. O vakitler dünyanın her yerindeki matriyarkal ( annelerin ve kadınların egemen oldukları toplum ) toplumlardan biridir Amazonlar. Böylelikle cenaze namazlarında babanın değil, annenin adının anılması âdeti gibi kuralların günümüze dek gelmesini sağlayan dönemler kaleme alınıyor.

Amazonların, günlük yaşamlarında eril cinsi ne şekillerde kullandıklarının anlatıldığı ilginç satırlar da çıkıyor karşımıza. Mitolojiye göre Amazonların savaş Tanrısı Zeus ile en barışsever peri Harmonia’nın sevişmelerinden olma kızlar olduklarını öğreniyoruz.Öğrendiğimiz bir şey daha var ki henüz o devirlerde toplumlarda kadına verilen değerin ve önemin bugüne örnek teşkil edecek şekilde olması… 

Halikarnas Balıkçısı, elbette Boğaziçi ve Çanakkale’yi de ele alıyor büyülü satırlarında. Boğaziçi’nin ‘’Buzağı Geçidi’’ anlamına gelen ‘’Bosphorus’’ adını almasına neden olan efsaneyi tekrar okumak ayrı bir zevk…

Anadolu tarihine ve kültürüne çok yönlü bir bakış açısıyla bakabilmemizi sağlayan mitlerin, efsanelerin gerçeklerle harmanlanmış öyküleri, yaşadığımız toprakları, kalıplaşmış bilgilerden çok daha iyi tanıtıyor okura.

Topraklarımızın derinliklerine inerek köklerimizi öğrenmek aydınlatıcı ve zevkli okuma dakikaları sağlıyor. Misal, Zeus’un Elektra’dan olan oğlu Dardanos’un Çanakkale’ye gelerek Dardania adlı kenti kurması ve böylelikle Çanakkale’nin, adının ‘’Dardanel’’ olması gibi.

Efsanevi söylenceler sayesinde büyüklere masallar tadındaki bu öykülerin satır aralarında gerçekleri bulmak, âdeta bir okuma oyunu gibi… Kimi vakit Leandrosla birlikte Boğaz’ın sularında sevgiliye doğru kulaç atarken boğuluyor, ardından Troya Savaşı’nda kargıların arasında tekrar diriliyorsunuz.

Homerik Çağ ve dünyanın ilk güzellik yarışmasının anlatıldığı bölüm, bir masalın şiirsel anlatımını andırıyor: ‘’Sık ormanlarda, sessizlik içinde, yaprakların derin derin iç çekişinde Zephyros’un sevgilisini arayıp fısıldadığı işitilirdi.’’  

Bugüne dek duyulmuş tüm efsaneler düşünüldüğünde, yazarın tespiti oldukça ilgi çekici: ‘’Bu Tanrılara ve yarı Tanrı kahramanlara (hero’lara) değgin efsanelerin hiçbirinde –örneğin Perseus ve Theseus’a ait olanlarda- insancıl bir özellik ve duygu yoktur. Bu çeşit bir özellik ancak Anadolu ile ilgili efsanelerde görülür.’’  

Efsanelerle gerçeklerin, tarihin, coğrafyanın harmanlandığı kitapta, ezber bozan satırlar arasında kaybolarak tüm Anadolu’yu dolaşmaya devam ediyoruz. Tüm toplumlarda dinlerin ve dinî ritüellerin temellerinin ve ortaya çıkışlarının, efsanevi kaynakların incelenmesiyle yorumlandıkları bölümlerilgi çekiyor. Anadolu’da matriyarkal toplumun baş Tanrısının dişi Kybele olmasından yola çıkan yazar: ‘’Ephesoslular,… Ephesos’ta toplanan ve Meryem Ana’nın sıfatlarını saptayacak olan kilise büyüklerini zorlayarak Meryem Ana’ya Tanrı anası niteliğini verdirdiler. Böylece Meryem Ana, Kybele gibi Tanrı anası oldu.’’, görüşünü aktarıyor.

Eski dönemlerde erkekliğin Kybele’ye kurban edilmesinin sevap sayılmasından ve tam bir kökten kesilişin hafifletilmiş, simgesel şekli olan sünnetin, Sami ırkında uygulanması gibi, kadınla ilişkide bulunmayan Hristiyan rahiplerde de platonik sünnet şeklinde hâlâ uygulandığı görüşleri de aynı şekilde ilgi çekiyor. 

Sümerler’de ana Tanrıça’nın sevgilisinin adının ‘’Temmuz’’ olması nedeniyle -yeryüzünü ısıtıp gebe bırakan güneşe ithafla- eski dönemlerde Temmuz’un doğuşu festivallerinin kalıntıları olarak günümüzde Hıdırellez, Nevruz şenlikleri ve Paskalya-yani İsa’nın yeniden doğması- şekillerinde kutlanmaktadır, düşünceside yazara göre efsanelerin günümüzdeki etkilerini yansıtıyor.

Dinler tarihini yakından ilgilendiren bu konular, Halikarnas Balıkçısı’nın ‘’Anadolu Tanrıları’’ adlı eserinde de ayrıntılı olarak ele alınmış bulunuyor.  

Anadolu ile birlikte o dönemlerde Mısır’da da bir uygarlık olduğunu hatırlatan yazar, her iki uygarlığı karşılaştırarak Mısır’ın yüzünü ölümden, Anadolu’nun ise yaşamdan yana çevirdiğini belirtiyor ve topraklarımızın o zamanki özenilesi durumunu şu iç açıcı satırlarla dile getiriyor: ‘’Anadolu çılgın bir yaşama sevinciyle coşuyordu. Belki bu halin nedeni orman ve çiçeklerle örtülü güneşlik yamaçlarla pırıl pırıl ışıldayan iç açıcı denizlerdi. Bu şeyler insanları masum çocuklar gibi oynamaya, türkü söylemeye iteliyordu.’’  

Yazara göre; ‘’Dünyanın o dönemi masumluk, çocukluk ve düş dönemiydi.’’ Ve keşke sonsuza dek sürseydi… 

edebiyathaber.net (9 Nisan 2018)

Yorum yapın