Hakarete uğramış vasiyetler | Selçuk Orhan

Mayıs 19, 2017

Hakarete uğramış vasiyetler | Selçuk Orhan

ali lidar“Fransa bir bayağılık evresinden geçiyor.” der Baudelaire Kötülük Çiçekleri’nin önsözünde. Yaşamı boyunca kültür dünyasının yozlaşmışlığından şikayet edip durmuştur. Baudelaire tahammül edemiyordu. İncelikle düşünülmesi, üstünde titrenmesi gereken değerlerin kaba beğeni ve ticari çıkar uğruna istismar edilmesi, ezilip geçilmesi karşısında öfkeye kapılıyordu.  

Günümüzde Türkiye’de yaşasa belki de çok genç bir yaşında bileklerini kesecekti.

Kabul edelim: Kültür değerleri karşısında bizler son derece anlayışı kıt ve kayıtsız bir kuşak olduk. Üstelik gördüğümüze ses çıkarmamaktan bu hale geldik. Başkasının çiğliği bize yapışmaz, kenarda durursak temiz kalabiliriz sandık. Daha da iğrenci, bu dalga dalga yayılan bayağılık içinde kendi kusurlarımızı da kolay örtebileceğimizi  düşünüyorduk. Ama öyle olmadı.

Geçtiğimiz gün birisinin Facebook’ta aşağıdaki metni paylaştığını gördüm. Ali Lidar yazmış. İlkin 2012’de kaleme alınmış bu metni gayriciddiye alıp işime bakmalıyım dedim; kafamı kurcalayıp arayınca, ekşi sözlük’ten bloglara kadar birçok yerde paylaşılmış olduğunu gördüm:

Dostoyevski epilepsi hastası, homofobik ve iflah olmaz bir kumarbazdı. Oğuz Atay sevdiği kadına yakın olabilmek uğruna karısından boşanıp sevdiği kadının kocasıyla arkadaş oldu evlerine daha sık gidebilmek için. Salinger yaklaşık kırk yıl evinden dışarı adım atmadı, tek bir kare bile fotoğrafı çekilemedi. Yusuf Atılgan Türk Edebiyatının kilometre taşları sayılabilecek iki büyük eseri yazdıktan sonra (Anayurt Oteli ve Aylak Adam) insanlara küstü, bir köye yerleşip otuz yıla yakın neredeyse tek bir satır bile yazmadan çiftçilik yaptı. Althusser elli yıldır birlikte olduğu ve taparcasına sevdiği karısı Helen’i bir sabah yanıbaşında uyurken elleriyle boğdu, bu boktan hayata daha fazla katlanmasına seyirci kalmaması için. Stephan Zweig’de tıpkı Althusser gibi yaptı, tek farkla, o tabanca kullandı karısı ve kendisi için. İnsan ırkına duyduğu güvensizlik Walter Benjamin’i Fransa sınırında kendi kafasına sıkmaya zorladı. Hemingway yalancının tekiydi, Jean Genet gasptan tecavüze kadar bulaşmadık suç bırakmadı ve ömrünün yarısını hapiste geçirdi. Kierkegaard çok sevdiği nişanlısı Regine Olsen’i terk etti, çok sevdiği için. Ömrü boyunca hep acı çekti bu yüzden ama soranlara da yaptığının doğru olduğunu söyleyip durdu. O kadar çok seviyordu ki Regine’i ve o kadar nefret ediyordu ki kendisinden, evlenip onun kendisine ‘maruz kalmasına’ izin veremezdi!..

En sevdiğim yazarlardan bir kaçının kısa yaşam öykülerini anlatmaya çalıştım. Bir yerlerde bir terslik var ama nerede bilemiyorum..

 Kaynaklar:

Alilidar.com http://alilidar.com/index.php/2012/09/tesirsiz-parcalar-156/

Ekşi Sözlük: https://eksisozluk.com/ali-lidar–1237582?p=5

Ne var bunda diyebilirsiniz? Sıradan, sığ bir metin. İnternet’te böyle binlercesi geziyor. Hatta adam tutup saçmasapan bir metnin altına Can Yücel, Tanpınar gibi isimleri yazıp sallıyor. Dergilerde de çıkıyor. Evet ne var bunda? Ne çıkar biz Ali Lidar’ın üstünde durmasak da? Düşünce güdük, sanat yok. İşte yazarlarla ilgili şehir efsanesi tadında kulaktan dedikodulardan bir derleme yapmış. Besbelli böylece bir beğeni elde etmeye çalışıyor. Sanırım başarılı da oluyor.

Her şeyden önce (kimilerinin yakınları hala hayatta olan) anılan yazarlara karşı derin bir saygısızlık ve kendini bilmezlik var bu metinde. Cahilce ve yanlışlarla dolu. İftirayla dolu. Sırf merak uyandırmak için bir adama iftira atılır mı? Atılmış işte.

Nereden başlamalı? Dostoyevski epilepsi hastası, homofobik ve iflah olmaz bir kumarbazdı. Birincisi epilepsi hastası olmak bir kabahat değildir; neden bu listede sıralanır? İkincisi Dostoyevski’nin homofobik olarak nitelendirilmesi olsa olsa anakronizm olur. Bildiğim kadarıyla Freud’un Dostoyevski ile ilgili bazı analizlerinde eşcinsellik göndermeleri yer alır ama bu bile tartışmalıdır. Zaten homofobiklik ayrı bir konudur. Dostoyevski’yle ilgili kumarbazlığı dışında bir şey yok mu sayacak? Yok. Geyik muhabbeti ederken o kadarı öğrenilebiliyor çünkü; ha bir de Raskolnikov’un baltası var. Kazma mıydı yoksa?

Oğuz Atay sevdiği kadına yakın olabilmek uğruna karısından boşanıp sevdiği kadının kocasıyla arkadaş oldu evlerine daha sık gidebilmek için. İşte beni asıl çileden çıkaran kısmı bu oldu yazının. Ali Lidar bunu nerede duymuş çok merak ediyorum. Sözünü ettiği kişilerin önemli bir kısmı (hatta Oğuz Atay haricinde hepsi) yanılmıyorsam şu an hayatta. Her şeyden önce: Atay, sevdiği kadına yakın olabilmek uğruna boşanmadı. Evliliği yürütemedi ya da yürütemediler. Biz bu kadarını biliyoruz. Lidar’ın, “sevdiği kadın” dediği Sevin Seydi olsa gerek. Sevin Seydi, Uğur Ünel’in eşiydi; ancak Uğur Ünel’i Oğuz Atay, Sevin Seydi’den daha önce tanımıştır. Uğur Ünel en yakın arkadaşıdır ve hep öyle kalmıştır; son gününe kadar berbere bile beraber gidip geldiği bu dostuyla ilişkisinde öyle karısına yakın olmak arayışı falan yoktur. Bunlar ergen magazinidir. Sevin Seydi’nin Atay ile birlikteliği Uğur Ünel’le boşanmasından sonradır. Evlerine daha sık gidebilmek için kocasıyla arkadaş olmuşmuş. Bunu mesnetsizce söylemeyi nasıl terbiyeye sığdırabilir insan?

Althusser elli yıldır birlikte olduğu ve taparcasına sevdiği karısı Helen’i bir sabah yanıbaşında uyurken elleriyle boğdu, bu boktan hayata daha fazla katlanmasına seyirci kalmaması için. Öncelikle Ali Lidar, hiç değilse ekşi sözlük’e bakarak daha fazlasını öğrenebilirdi. Bir kere Helen değil Helene. İkincisi elli yıl diye kafadan sallamak yerine Wikipedia’dan 1946-1980 arasında (34 yıl kadar) birlikte yaşadıklarını hesaplayabilirdi. Üçüncüsü, hepsinden önemlisi: “Bu boktan hayata daha fazla katlanmasına seyirci kalmaması…” Ne boktan hayatı? Althusser, “bu boktan hayat” geyiğiyle alemlerde sürten boş beleş biri değildi. Savaş sırasında direnişçilere katıldı, esir düştü, savaştan sonra Ecole Normale’de aralarında Michel Foucault gibi aktivist felsefecilerin bulunduğu büyük bir kuşağa öğretmenlik, arkadaşlık hatta öncülük etti. Fransız Komünist Partisi’nin yenilenmesi için çabaladı; 68’in en etkili isimlerinden biriydi. Hem eylemin hem düşüncenin içindeydi. Çok çalıştı, çok yazdı. Zorlu bir hayat geçirdiği için psikolojik tedavi görüyordu. Helene’i muhtemelen bir cinnet anında öldürdü.

İnsan ırkına duyduğu güvensizlik Walter Benjamin’i Fransa sınırında kendi kafasına sıkmaya zorladı. Walter Benjamin de Ali Lidar’dan nasibini almış.  Benjamin Nazi zulmünden kaçıyordu. Yahudiydi. Kafasına sıkmadı. Bir ihtimale göre yanında taşıdığı bazı ilaçları kullandı. Bir diğer ihtimale göre kalp krizi geçirdi. Belki de intihar değil ama rahatlama amacıyla kullandığı morfin, krizi tetikledi. Olay İspanya sınırında yaşandı, Benjamin bir yolunu bulup ABD’ye kaçmaya çalışıyordu. İnsan ırkına duyduğu güvensizlik falan zorlamadı adamı. Son ana kadar kendini ve sevdiklerini kurtarmak için çabaladı. Stefan Zweig da (Evet ‘f’ ile ‘ph’ ile değil!) benzer nedenlerle umutsuzluğa kapılmıştır; ancak Zweig’in intihar saplantısını kavramaya Ali Lidar tennezzül etmeyebilir. Önce ismini doğru yazmayı öğrenmeli.  Unutmadan: Zweig tabanca kullanmadı. Eşiyle birlikte yüksek dozda barbitürük asit alarak derin bir uykuya daldı.

En kötüsü de ne biliyor musunuz? Ölmüş yazarlara bir çeşit ezikliği yamama çabası. Oğuz Atay, eşiyle yakınlaşmak için bir adamla dostluk kuracak bir adam olarak tasvir ediliyor. Bunu Atay’a yakıştırırken o kadar rahat ki… Althusser “boktan hayat” geyiği uğruna karısını öldürmüş. Bu insanların vasiyetlerine karşı bu kadar saygısız olabilmek, bu kadar genişçe ve keyfi konuşabilmek nasıl bir anlayışla mümkün olabilir? Benjamin, Zweig zaten boyuna kafaya sıkıyor… Kolpaçino çekiyoruz sanki.

Ama bu durum bizim kuşağımıza müstahaktır. Sesimizi çıkarmadık, öylece durduk. Pek çok sözde yayıncının sözümona “ticari” kaygılarını haklı bulduk; aynı ticari kaygılar, yazarın emeğini sömürmek söz konusu olunca siliniverse bile. Yavanlığı alkışlamanın, böyle şeylere en azından ses etmemenin yararımıza olacağını vehmettik. Bugün tepeden tırnağa, siyasetten edebiyata, sinemadan spora her yanı saran şifahi bayağılığın resmi işte budur.

Selçuk Orhan – edebiyathaber.net (18 Mayıs 2017)

Yorum yapın