Hakan Yel: “Romandaki çoğu vaka gerçek hayat şahitliğiyle ortaya çıkmıştır.”

Mart 15, 2019

Hakan Yel: “Romandaki çoğu vaka gerçek hayat şahitliğiyle ortaya çıkmıştır.”

Söyleşi: Adalet Çavdar

Bugüne kadar pek çok farklı işte çalışmış Hakan Yel, yaşam gailesi dediğimiz meseleyi tam manasıyla bilen yazarlardan biri. Arkeoloji ve Sanat Tarihi okumuş. Yedi romanı iki kişisel gelişim kitabı olan Hakan Yel’in kitapları Altın Kitaplar tarafından yayınlanıyor. Gerilim, macera, aşk, tarih pek çok konu romanlarının içinde yer alıyor. Biz Hakan Yel ile son kitabı Bir Daha için sohbet ettik. Yazarın oğluna ithaf ettiği bu roman bir baba-oğul romanı olarak tanımlanabilir. Bir babanın oğlunun hayatına dünya üzerindeki yaşamını devam ettirmese de nasıl dokunabileceğini anlatıyor Bir Daha. Ölüm, arada kalmak, birinin ardında kalmak meselelerini ele alıyor. Ve her şeye rağmen mutlu bir son sunuyor okurlarına.  

Kişisel gelişim kitapları, gerilim-aşk-tarihi romanlar yazıyorsunuz. Bunlar aslında birbirinden çok farklı türler ama sizin kaleminizde bir şekilde birleşiyor. Yazı ile ilişkiniz ve bu alanlara olan ilginizden bahseder misiniz?

İşin doğrusu hiç bir zaman “Tür” diye bir kaygım olmadı. Malum, kişisel gelişim kitaplarını başarılı insanların yazmasına alışığız. Neredeyse bir adet olmuş da diyebiliriz. Oysa iş hayatı aslında bu değil diye düşünüyorum. Buna muhalif olarak “Her Şeyi Satarım Ruhum Hariç” kitabını yazdım. Hayati mecburiyetler sebebiyle on sektör ve kırka yakın işyeri dolaştım. Dolayısıyla feleğin çemberinde elimde sefer tasımla oradan oraya koştururken normal hayat yaşayanlardan daha fazla deneyim biriktirdim. İsteyerek yapmadım, bunu özellikle vurgulamak isterim. Çok şey yaşadım, çok şey gördüm, çok şahsiyetle tanıştım, sayısız zatla çalıştım. Bana göre bunca badireden dürüstlüğümle çıkmak, emeğimi temiz tutabilmek asıl başarı. Bunları anlatmak istedim, belki birilerinin işine yarar, benimle aynı kumaştan olan gençlere fikir verir diye yazdım. Hâlâ da yazacaklarım var çünkü iş dünyasının içinde yolculuğum devam ediyor. Diğer taraftan bu kitaplarıma “kişisel gelişim türünde” demek de tam ifade etmez. Daha çok “Kral Çıplak” türünde 3 kitap yazdım demem daha doğru olur. Çünkü Türk iş hayatından yeterince çektim, yeterince emek hırsızıyla aynı sofraya oturdum. E bunca çakalın dans ettiği iş alemini anlatmasam olmazdı.

Diğer yandan roman konusunda da iddiaları olmayan biriyim. Ne yazarlık, ne de edebiyatçı olma kaygım isim olarak yok. Bu yüzden gördüğü rüyaları gerçeğe çok yakın anlatmaya çalışan, halktan uzak olmayan bir Türkçede ısrar eden ve bunu çok önemseyen bir okur yazarım. Tamamen gözü kapalı ve ayakları yere basmayan bir girişle başladığım yazarlığımı, kendi zevkime uygun, başta benim ilgimi çekecek romanlarla ilerletmeye, çıraklıktan geldiğim kalfalık seviyesinin hakkını verip ustalığa yürümeye çalışıyorum. Kalemimden hayatın renklerini aktarmak için didiniyorum.

Bir Daha dokuzuncu romanınız. Beş yaşındaki oğlunuza ithaf etmişsiniz ve ana karakterimiz bir baba. Öncelikle elbette sormak istediğim bu romanın otobiyografik yanlarının olup olmadığı?

Her sıradan insan gibi haliyle ben de hayattan, onun çeşitliliğinden besleniyor, yaşadıklarımla öğreniyorum. Her gün hatta bazen her saat yeni bir bilgiye sahip olmaya gayret ediyorum. Daha da iyisi bir deli özgüveniyle; hayatı kocaman bir yapboz gibi kabul edip birbirinden fersah fersah uzaklıkta bulunan parçaları keşfettikçe, onların ilişkisini, uyumunu, oluş sebebini sorguluyorum. Bütün bu çabalarım ve sonuçları her ne kadar ayrı tutmaya çalışsam da yazar kimliğime yansıyor. Sağlıklı bir şizofren gibi iki ayrı kişiliği birbirine bulaştırmadan uzak tutmaya çalışsam da illa ki yansımalar görülüyor. Oğlum Alp Yel ile aramda kırk beş yaş var. Ömür kadar derin bir uçuruma bakar gibiyim. Kitabın aramızdaki bu boşluğu doldurmasını arzu ettim.  Bu romandaki her satırın hatta her sözcüğün ondan ilham alınarak yazıldığını bilsin, bunu keşfetsin diye sayfaların arasına aile hayatımızdan hatıraları isteyerek serpiştirdim.

Roman bitene kadar ölmekten çok korkuyordum ama artık içten bir gülümsemeyle kollarımı açıp bekliyorum. Başarmanın hafifliği ayaklarımı yerden kesti. En azından oğluma yazdığım romanın satır aralarına binlerce nasihatimden bazılarını yerleştirmiş olmanın huzuru var şimdi. Umarım, ömrüm ve alın yazım, bu hesap kitabımdan alınıp beni cezalandırmaz.

Peki sizin baba olmakla, babalıkla ilişkiniz nasıl? Baba kelimesi ne ifade ediyor sizin için?

Baba konusu bende son nefese kadar kanayacak bir yaradır. Saklamak lüzumsuz. Annem de babam da Almanya’da işçiydi. İkisiyle de ilkokul birinci sınıftan itibaren dört mevsimi bir arada göremedim. Böyle zor bir çocukluk ve gençlik yaşadım. Ne zaman sızlansam annemin o insanı kızdıran sakinliğiyle “Dünyada zor hayat yaşayan tek çocuk sen değilsin, senden beteri var!” lafı beni kendime getirdi. İstanbul’un karanlık yüzünde; sokaklarında, gündüzünde ve gecesinde ortaokul birinci sınıftan kırk iki yaşıma kadar başımda bir sahip rehber olmadan yaşadım. Balta girmemiş sonsuz tehlikelerle dolu ormandan tek başına yıllar sonra sağlıklı çıkabilmiş bir insanın haliyle babalık konusunu önemsemesi, özlemlerini yaşayamadıklarını bu yeni hayata taşıması çok normal değil mi?

Babam olmadı, akraba da yoktu ama bana babalık yapan zengin veya fakir onlarca koca yürekli adam vardı. Hepsinden babalık konusunda önemli hayat dersleri aldım. Sapmadıysam, çizgimde kalıp kendime ve çevreme zarar vermediysem başta annem ama sonra tüm bu koca yüreklerin hakkı vardır. Başarılı veya başarısız her insanın hayat çizgisinde babalarının ya da onlara babalık yapan insanların izi olduğuna inanıyorum.

Ya çocuk olmak ne demek?

Ben onları meleklerin çırakları olarak görüyorum. Dünyaya geliyorlar ve insan olana kadar cennetin masumiyetiyle hayatı kucaklamaya çalışıyorlar. Şehir, özellikle de büyük şehirde çocuk olanların, hayatla maça on sıfır mağlup başladıklarına inanıyorum. Taşra ya da köy çocuğu sevgiyle, doğayla çok daha erken tanışıyor ve mutluluğun en saf halini daha erken görüyor. Fakat şehirde çocuk olmak çok meşakkatli bir iş. Soluduğu pis havadan başla, yediği pestisit yüklü hormon zengini meyve sebzeden ilerle, özel okul ve servis teröründen çık. Hakikaten şehirde çocuk olmak bu zamanda zor iş.

Bu çağın babaları ve çocukları hakkında ne düşünüyorsunuz? Ne eksik, ne fazla?

Arkadaşlarım teşvik edince, Alp’i daha iyi anlamak için hatta iletişimimize bir faydası olur ümidiyle kalktım İstanbul Üniversitesi AUZEF Çocuk Gelişimi programına yazıldım. Babam sağ olsaydı eminim beni ayıplar ve “Çok abartıyorsun,” derdi. Ama zaman öyle bir zaman, ne yapalım. Tabii bununla beraber psikologları, uzmanları takip etmeye başladım. Geçenlerde yine böyle bir aile bilgilendirme toplantısına Özge’nin zoruyla katıldım. Genç bir çift vardı otuzlarında. Çocuklarını psikoloğa şikayet etmeye başladılar. Merakla ne çıkacak uzman da ne yorum yapacak diye bekliyorum. Baba efendi dedi ki “Bize bugün yalan söyledi!” Hep beraber irkildik haliyle, yalan kötü bir mesele. Detaya girdi “Kedinin mamasını verdiğini söyledi ama kontrol edince gördük ki vermemiş!” Şimdi böyle söyleyince “Vayy!” diyorsun. Allahtan psikolog akıl etti de mevzubahis çocuğun yaşını sordu. Baba efendi ne dese beğenirsin? “2,5!”

Diyeceğim o ki büyükşehrin okumuş genç babaları biraz garip bir bakım rehberiyle çalışıyorlar. Böyle bir ailede yetişecek çocuk, topluma ne derece uyum sağlar, kendisine nasıl yol bulur onu sorgulamak gerek. Bu rol biçme bence çok fazla. Diğer taraftan sokaktan ve toplumdan uzak tutma çabasının da iyi bir birey yetiştirme amacına pek katkıda bulunmayacağından endişeliyim.

Romanın içinde elbette İstanbul var. İstanbul sizin neyiniz olur, İstanbul artık bizim neyimizdir? Neden anlatılarda bu kadar önemlidir?

Anadolu yarımadasını canlı bir kadın gibi düşünürsen İstanbul bunun başı, Boğaziçi ise nefes aldığı, ona can veren boğazıdır. Bu kadın tarih boyunca güzelliğiyle imparatorların uykusunu kaçırttı. Ona hep sahip olmak istediler. Bu zamanda bile biraz hayat zevki ve dünya şuuru olan bir insanın gözü Boğaziçi kıyılarındadır. Çünkü İstanbul, boğazdır, tarihi yarımadadır, Kadıköy sahilleridir, adalardır.

Hakikaten şu anda, kendi tarihi boyunca en hoyrat, en barbar jenerasyonun elinde perişan vaziyettedir. Siyasi sorumluluk anlamında hiç kimseyi bundan ayrı bir yere koyamam, iktidarıyla muhalefetiyle çok yıpratılmıştır. İstanbul, maalesef artık bir cahiller ve zevksizler başkentidir. İstanbul, artık İstanbul Türkçesinin ne olduğunu bilmeyen yığınların hırsı arasında sıkışıp kalmış, kendi büyük yıkımını bekleyen bir idam mahkumudur.

Ben bu şehrin sokaklarında büyüdüm. Beşiktaş Çarşı’da kırk yıl yaşadım. Benim çocukluğumdaki çarşı ile bugünün çarşısı arasında sadece utanç ve rezillik, pespayelik farkı vardır. Bu ucuzluğu değişim diye modernlik diye yutmak isteyen varsa buyursun yutsun. Bu çirkinliğin müsebbibi de seksenler sonrası gelen çapsız yöneticilerdir. Bugün İstanbul’da yaşadığını sanan insanlar eski zamanların İstanbul’unu göremediklerinden, merak da etmediklerinden anlatılardaki önemini de güzelliğini de kavrayamazlar.  Ben ki yetmişlerin Beşiktaş’ını gördüm ve bu kadar üzgünüm, var sen o semtin kırklarını ellilerini görenlerin kalp ağrısını düşün…

İstanbul elbette martısıyla beraber giriyor her şeyin içine. Martılarla çok mesai geçirmişsiniz bu kitabın içinde. Onlarla nasıl bir iletişim ve ilişki kurdunuz?

Hakikaten bir martının bedeninde, insan aklınla yaşamaya mahkum edilsen ne olur diye düşündüğümde bunun cevabını verecek bir kaynağa ulaşamadım. Yabancı yayınlarda ise aradığımı bulamadım. Oysa ben belgesellerdeki gibi bir martının başına ya da boynuna kamera yerleştirip İstanbul’daki 365 gününü saat saat hatta dakika dakika izlemek isterdim. Ancak o zaman ihtiyacım olan malzemeye ulaşabilirdim. Sonunda pes ettim. Benim istediğim gibi bir şey, elimle ulaşabileceğim yerlerde yoktu. En iyi yol eski yoldu. İki yüz ya da üç yüz yıl kitap yazan insanların elinde bir kaynak ya da internet denen alem yoktu. Onlar da gözlem yaparak keşfettiler. Hakikaten dikkatle bakınca çoğu kimsenin göremediği sahneler görmeye başladım. Örneğin bir gün Bağlarbaşı semalarında bir martıyla bir karganın oyununa denk geldim. Ali Rıza Bey ile Bark bilek güreşine tutuşmuş gibiydiler. Çok heyecanlandım.  Bir başka gün bir kedi ile bir martıyı muhabbette yakaladım. Bunun fotoğraflarını da çektim. Bir başkasında çöp kamyonuna saldıran martılarla yüz yüze geldim. Bu böyle devam etti. Bulabildiğim her fırsatta kargalarla ve martılarla yakınlaşmaya çalıştım. Diyebilirim romandaki çoğu vaka gerçek hayat şahitliğiyle ortaya çıkmıştır.

Ve öfke ana karakterlerden biri sanki o. Öfkeyle yaşamak insana ne katar ne kaybettirir?

Öfke artık bu yılların özellikle de bu ilk çeyreğin tarihimize geçecek en önemli duygusu bence. Ben cahili haddini bilmeyip öğrenmeden ilerlemeye çalışmakla suçluyorum, o ise benim okuyup fikri dünyamı geliştirdikçe kendisinden koptuğumu düşünüyor. O bana, ben de ona öfkeliyiz. Hangimizin öfkesi galip gelecek ya da bu öfke ikimizi de önüne katıp yok oluşa mı sürükleyecek, hep beraber göreceğiz. Bugün özellikle televizyon ve basın öfkeyi adeta var oluş nedeni olarak besleyip büyütüyor. Televizyon programlarına bak, bir tane aklı başında, örnek alınabilecek aile draması göster bana. Yok! Çünkü bu satmıyor. Garip bir şekilde rezillik çok para ediyor. Toplum kendi içindeki çürümüşlüğü artık gizlemekten vazgeçmiş, onun yerine “Bakın bana!” deyip ilgi odağı olmak için her şeyi mübah kabul ederek yaşıyor. Köylünün hızlı ve altyapısız kentleşmesinin ucuz prodüksiyonlu filmidir bu. Biz yetmişlerde Harbiye’deki Konak sinemasında, Devekuşu Kabare oyuncularının kortta şalvarlarıyla viski içip tenis oynayan köylüleri hicvetmesine kahkahalar atarken şimdi onların arasında boğuluyoruz. Yanlış anlaşılmasın; benim derdim cahille değil, cahilliğinin şuurunda olmayıp münevvere kafa tutanla. Buna şahit olup, ülkenin görgüsüzlükten kırıldığını izleyip öfkelenmemek mümkün mü? Öfke bu toprakların güncel lanetidir.

Romanınızda yalnızlık ve ruh ikizi meselesi ayrı ayrı ele alınıyor. Peki insanın hayatta bir eşi mi vardır?

Yalnızlık kavramını daha net ele almak lazım. Şehir insanının kalabalıklar içindeki yalnızlığı ile dağ başındaki insanın yalnızlığı aynı değildir. Şehirdekinin canı daha çok ve daha derin yanar. Seninle aynı yemek kültürü olan, seninle aynı filme gülen, seninle aynı duygusal sahnelerde gözleri sulanan, sana her konuda destek olan, seni toplumda kabul edilecek konuma taşıyan bir ruh ikizin, gerçek mutluluğun ta kendisidir. Bizim cinsimizin cinselliğinin, paylaşım ve ortaklık üzerine kurgulanmış olması gerçeği ortadayken “Bence yalnızlık uludur, çok iyi bir şeydir” diye güzellemeler yapmak en hafifinden vakit kaybıdır. Öyle ya da böyle insan hayatında eşli veya eşsiz dönemler vardır ve normaldir. Ancak külliyen yalnızlığı savunanların yalnız kalmak kavramına yabancı olduklarını düşünürüm.

Diğer yandan ruh ikizin can sıkıcı olmaz mı? O ne öyle, ben de onu seviyorum, ben de bunu yapıyorum, ben de şunu tercih ediyorum diyen biriyle hangi heyecanı yaşayacaksın da ikizliğe terfi edeceksin? Ruh ikizi saçmalıktır. Asgari müşterekte birleşmek lafının saygınlığı gerçektir.

Sizce yalnızlık baş edilmesi gereken bir durum mudur?

Geçici bir dönem olarak kabul edilip yaşandığında sana güç katacağı kesindir. Yalnız yaşayan insan daha fazla mücadeleci olacaktır. Fakat bunun yanında çok ciddi asap bozucu yan etkileri de vardır. Yalnız kalmak zevkli görünebilir ama bu olguya 7/24 bir yaşamın her dakikasına eğilerek baktığımızda sağlıksız sonuçların fazlalığını görmemiz mümkündür. Yalnız kalan bedel öder.

Bir Daha’nın konularından biri ise ölüm. Hayattan vazgeçmek/vazgeçememek, arada kalmak, birinin ardında kalmak. Bütün bu kavramları gündelik hayatın içinde pek düşünmüyoruz sanki. Zaman akıyor ve bir an işte o an oluyor. Nedir bu bizim bu zamanla, hayatla alıp veremediğimiz?

Ölüm öyle garip bir misafir ki ancak eve uğradığında gerçek yüzünü görebiliyorsun. Bir daha görememek gerçeği neymiş o zaman bütün hücrelerinle onu kavrıyorsun. Bıdı bıdı her mevzuya laf yetiştirmelerin falan her şey bitiyor, anlamını yitiriyor. Geldik ve demek ki gidecekmişiz diyorsun. Haliyle bu da ciddi bir tahribata yol açıyor. Ha, şuursuzsan “Bu sefer güldürmedi!” deyip bu olağanüstü gelişmeyi kavramakta zorluk çekiyorsun. Bir de gördüğünün dehşetiyle bu alemin zevklerine daha düşkün hale gelip korkusunu böyle bastırmak da bu toplumun gördüğü tepkilerden. Ama öyle ya da böyle kaçamıyorsun ölümden. Yaşlanıp cildinin kırışmasını, kaslarının erimesini, sarkmalarını engelleyemedikçe senin de bir ölümlü olduğun gerçeğiyle yüzleşiyorsun. İşte gençlik öfkesinin yaşlılıkta fırtına sonrası dinginliğe dönüşmesinin en büyük sebebi de bu hücresel, fiziksel çöküş. Sana zamanın ne olduğunu, senin evrendeki kıymetinin kaç paralık olduğunu en güçlü bu öğretiyor. Birazcık idrak varsa, bilmediğin alemlerin kapısına yaklaştıkça çatışmalar da kavramlar da birer birer anlamını yitirmeye başlıyor. “Ben de ölümlüymüşüm be!” deyiveriyorsun. Aklın o zaman olgunlaşıyor ama badel harabül Basra! demiş Paşam.

Bir yandan kişisel gelişime ilgi duyduğunuz ve okuduğum kadarıyla pek çok meslek değiştirdiğiniz için, yani hayat deneyiminiz bir hayli yoğun olduğu için bu soruları soruyorum size. Romanınızda da geçerliliği var bence bütün bunların. Bir martı, bir insan, bir baba bir şekilde iletişim kurmaya devam etmeye çalışıyor. Bu alemler arası iletişim hayatımızın neresinde nasıl durur?

Bana göre herkesin elinde tuttuğu akıllı telefonları gibi bir de görünmeyen telefonları var. Bunların da akıllısı ve akılsızı, aklı kıt olanı var. Nasıl gerçek cep telefonunda her bütçeye göre bir model var. İşte görünmeyen, diğer alemlerle iletişim işine yarayan bu telefonun da her bütçeye göre bir modeli monte edilmiş. Burada bütçeden kastım ruhun yükseklik seviyesi, olgunluk derecesi, kaç derece nar görüp har olduğu ile ilgili. Ruh yüksekse o zaman diğer alemlerle iletişim de zengin oluyor. Büyük bir yapboz dedim ya yine aynı benzetmeden hareketle bu kadar olağanüstü bir dengenin tesadüfen oluşması bana çok tesadüfi geliyor. Beni tatmin etmiyor. Bir başkasının ruhu alçak kalmışsa, gelişmemişse haliyle onda da diğer alemlerle iletişime geçmede sorunlar yaşanıyor. Beyin ve ruh bir türlü sistemi kavrayamıyor. Hep bir incik boncuk meselelerle kendi akvaryumunda küçük yaşamını sürdürüyor ve bir bilinmez olarak bu dünyada bir eser bırakamadan gidiyor. Uzatmayayım, velhasıl kelam herkes kendi iletişimin faturasını eninde sonunda kendi ödüyor.

Kaderi sorguluyorsunuz, kabul etmiyorsunuz zaten romanın macera kısmı da burada başlıyor. Bir kafa tutma bir ne aradığını bilmek ve başını belaya sokmaktan çekinmemek romanı Bir Daha. Bütün bunların arkasında unutulmak ya da kaybolmak duyguları ne kadar yer alıyor?

Hiç bir kıymetinin olmadığını, bir kum tanesi kadar sıradan olduğunu öğrenmek çok ağır değil mi? Hele dünyada bu kadar güzel duyguların içinde beslenip büyümüşken bir anda ölüm denen rüzgarla savrulup tüm bunları arkanda nasıl bırakırsın bilemiyorum. Elindeki her şeyin alınması bir yana sevgiyi sessizce öylece arkada bırakmak çok yazık olmaz mı? Bu hazinelerden vazgeçip bilinmeyene geçişte gözün arkada kalmaz mı?  İşte zaten Ali Rıza’yı da çıldırtan bu oluyor. “Kardeşim madem beni dünyadan çıkaracaktınız neden bana bir çocuk verdiniz ve neden hem beni hem karımı alıp çocuğumu bir başına bıraktınız?” diye isyan ediyor. Sevgiden bu kadar kolay vazgeçilebileceğini düşünmüyorum. Bir yerde mutlaka bunun yaratacağı öfke yüzünden sigortalar atacaktır.

Peki yeni projeleriniz nelerdir, son olarak onları öğrenebilir miyiz?

RUH ÇAĞIRAN“, “KOMPOZİTÖR” ve “SOKAK ÇOCUĞU” isimleriyle birbirine benzemeyen üç roman var masamda.  Ömür yeter mi ya da hayat ne getirir bilemem ama bunlar artık benimle yaşıyor ve bana yük yaratıyor. Onlardan kurtulmanın, onlarla ilgili düşünce fırtınalarına girmeden huzurla yaşamanın tek yolu bu romanları yazıp bitirmek. Çünkü her birinin okura daha doğrusu yazdıklarımı okuyana iyi geleceğini düşünüyorum.

edebiyathaber.net (15 Mart 2019)

Yorum yapın