Gönlümün bir yerinde… | Feridun Andaç

Şubat 28, 2017

Gönlümün bir yerinde… | Feridun Andaç

feridun-andac“Şimdi geldim,” dedi.

Sesi yorgun geliyordu. Ararken içim içimi yiyordu. Biliyordum, iyi değildi. Kalkıp gelmemi istememişti.

“Kendimde değilim,” dediği gün ise; sayrılarevinden dönmüştü. Başının döndüğünü, bulantılarının içine zehir gibi aktığını söylemişti. Sesi kesik kesik geliyordu.

Daha birkaç ay öncesinde Mecidiyeköy’deki evin kapısına vardığımda, bir genç kız gibi etekleri zil çalıyordu!

Çiçeklerini, kedisini gösterirken; salonun apaydınlık halini bir insanı anlatır gibi anlatmaya başlamıştı.

Taksim’deki evin o karanlık hali… Üstüne üstlük vişneli votka günleri… Karşılıklı oturup yarenlik ettiğimiz akşamüstleri…

Bir uğradığında, Seni Kalbime Gömdüm çevirisini imzalayıp verdiğinde; “içindeki sabrın sesine kulak ver, aşk böyle sıyrıklar alarak kendini büyütür,” demişti.

O votkasına, sen çayına devam etmiştiniz. Göz ucuyla masasına bakmıştın. Odayı aydınlatan bir hali vardı.

“Küsüz onunla, bakma o haline, beni kendine çekemiyor bir türlü,” sözlerini kulak ardı etmesen de, üzerine gitmemiştin.

Yaraları sarmayı bilirdi. Gene onun sığınak yaptıklarına buruklukla bakıyordun. Daha çoğunu yazacak, anlatacak, çevirip hayatımızı zenginleştirecekken…

Sait Maden, bir gün, Dağlarca’nın Altın Çelenk ödül törenine gittiklerinde yaşadıklarını anlatmıştı. Turgut Uyar da o yolculukta eşlik etmişti onlara.

Tomris, çınıltılı renkli biri; yan yana giderken insanların dönüp bakmaması ne mümkündü,” sözlerinin ardından şunları anlatmıştı:

“Bir gün, büromun kapısını açtım, karşımda. Beni şöyle kenara itip içeri girdi, gidip duvardaki çerçeveli bir çizimimi alıp masamın karşısındaki koltuğa oturdu. Çerçeve kucağındaydı… ‘Bu hep aklımdaydı, gelip almazsam edemezdim, bir süre de benim duvarımda dursun, ben bakayım’ demişti. ”

Onu eleştiren, “Arka Balkondaki Öykücü” yazımı okuduğunu söylemişti Erdal Öz. Bundan birkaç gün sonra da yayınevinde karşılaşmayalım mı! Sıkılmış, kızarıp bozarmıştım. O, bu halimi anlamışçasına; “Cemiyet’e gidiyoruz, kaçışın yok,” diyerek gönül alıcı sözler etmişti. Oysa onu eleştiren bendim.

Cemiyet’te oturmuştuk. İkimiz de o yazıyı unutmuştuk. Söz alıp bizi başka iklimlere taşımıştı.

Dönünce, Günlerin Tortusu’nu okumaya vermiştim kendimi. İpek ve Bakır’dan beri izleyip okuduğumdu. Onun “Bir Uyumsuzun Notları” adını verdiği günlükleri birer deneme tadındaydı.

“Güne Yazılan Sözler” deyip ne çok not almıştım o güncelerden. Yalın kılıç konuşandı, buraya düştüğü günün notlarında da öyleydi. Ufkunuzu açmakla kalmaz, sizi yeni düşlere/düşüncelere salardı.

Sesler, Yüzler, Sokaklar’ ını çok daha önceleri okumuştum. Oradaki yazma biçimi, üslubu, sözünü sakınmadan söylemesi, ironisi genç bir yazar adayı için çok şey söyleyebilecek düzeydeydi. Tomris Uyar, sözü/nü hiçbir zaman ayağa düşürmeden eden biriydi. Öykünün dışında yazdıklarında anlattıklarında bir zamanın ruhunu

Tomris Uyar'ın  çalışma masası, 1998, foto: F. Andaç
Tomris Uyar’ın çalışma masası, 1998, foto: F. Andaç

bulurdunuz. Özellikle de yazın ortamının dipsularında olup bitenleri. İncelmiş bir duygu/gözlem bileşimiyle yapardı bunu da.

Zamana değen sözün ustası desem az kalır. Gene de bilmeyi bilgiçlik olarak görmeyen bir yazarın bu edası her okurda derin bir iz bırakacak düzeydeydi, bence.

Şimdi, şu masasının görüntüsü çıkınca karşıma; onun, gönlümde bir yerlerde derin iz bırakan anılarına döndüm.

Tomris Uyar, bir roman kahramanı gibi yaşadı ve öyle de göçtü bu dünyadan. Onun yazdıklarının satır aralarını da okumak yeterli bu yanlarını görebilmek için. Ama daha çok da gündökümlerini. Okuyun, göreceksiniz bunların her birinin sizin için yazıldığını. Ve elbette edebiyat duygusunun, dil bilincinin ne olduğunu da…

Ama bir şey var ki, buraya aktarmadan edemeyeceğim. 2013’ün Nisan ayıydı. Taşındığı yeni evindeki bir görüşmemizden sonra, ona şu aşağıdaki soruları yazıp iletmiştim.

“Kolları sıvadım, senin için çalışacağım,” demişti. Bir süre sonra ses çıkmayınca, aramıştım gene.

“Başıma bak neler geldi,” deyip kısaca anlatmıştı o baş dönmelerini…”Yarım kaldı yanıtların, ama iyileşince devam ederim…” demesini unutmam mümkün değildi. O “iyileşme” hiç olmadı, bu sorular da Tomris Uyar’dan yadigar kaldı bana.

Tomris Uyar’a yanıtsız sorular:

Tomris Uyar’la Öykü Sanatı, Öykücülüğü Üzerine Söyleşi

*Sizinle öykü yolunuzu konuşacağız. Buna ilk adımınız, yazma uğraşınızın başlangıcında öyküyü seçiminizi… Dilerseniz, okumaktan yazıya açılan ilk adımınızdan başlayalım. Yazıyla buluşmanız, yazmak derdiniz ne zaman tuttu?

*Neydi ilk yazılanlar, yazmak isteğinizi kabartan?

*Bunun oluştuğu ortama dönelim. Sizi sarmalayan, yaşadığınız günlerin rengi/dokusu olan ortama. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz, neydi o dünyanızda sizi kendine çekenler?

*Okumakla ilk ilişkiniz nasıl başladı?

*Ciddi olarak yazıyla asıl yüzleşmeniz ne zaman oldu?

*Adım adım öyküler geldi. Sanırım, bunların öncesinde çeviri var. “R.Tomris” nelerle uğraşıyordu bu yıllarda?

*Nasıl bir aile ortamında büyüdünüz, nelerdi sizi kendine çeken okumak yazmak adına, kimler, hangi yazarlar/yapıtlardı dünyanızda yer eden?

*Dergilerle buluşmanız nasıl oldu, bu ilk yazı heyecanından söz eder misiniz?

*Ardı ardına gelen öyküleriniz giderek bir kitaba dönüştü. Ama ne yazık ki okura ulaşamadı bu ilk kitap. Bunun öyküsünü anlatır mısınız?

*Sonrasında İpek ve Bakır (1971) geldi. Öykücülüğünüzün ilk adımının ürünlerini getiriyordu. Geride otuz yılı aşkın sürelik bir öykü yolunuz var. Ve bu öyküleriniz bugün yazılmış gibi yeni, günümüze bakar/anlatır gibi anlamlı. Neye bağlayabiliriz bunu?

*Bu kitabınızda bir zamanın rengi, değişimle gelen hayatların yansıdığı durumlar ön planda. Öykü neydi, nasıl yazıya dönüşürdü ilkten sizde?

*İlk kitabınızın izleyen Ödeşmeler (1973), öyküde yeni bir bakışı/yorumu getiriyor. Geleneksel anlatı ile kurduğunuz bağın kaynağını, sizi buna yakınlaştıran yazı/yorum dilinin anlamını açalım istiyorum.

*Bu süreçte, ‘kısa öykü’ sizin en temel uğraşınız oldu. Bundan vazgeçmediğiniz gibi, başka türlere de pek prim vermediniz. Neydi sizdeki bu bağlanışın anlamı?

Tomris Uyar portresi, 1997, foto: F. Andaç
Tomris Uyar portresi, 1997, foto: F. Andaç

*Öykünün kendi onurundan söz ederken, çoğaltmaların ne anlama geldiğinin altını çizer, şunları söylersiniz; izin verirseniz o düşüncenizi burada açmak istiyorum: “Roman olmayan, ama iyi niyetli bir bakış açısıyla deşilmesi gereken toplumsal ya da bireysel sorunları getiren bir ‘roman’, hâlâ yanıltıcı olabilmekte. Belki de geleneksel romanımızı okuyanların, sevenlerin azlığından, tökezlemeler bile yeni bir atılım, eski romana tepki, yeni araştırmalara girişme diye adlandırılabiliyor. Oysa kısa öykü, kendine ayrılan sürede yoğunluk, içtenlik, sahicilik öğelerini gereğince kullanmazsa, bu öğeleri yitirirse, bellekten siliniveriyor; ister toplumsal sorunları ele alsın, ister bireyin iç dünyasında dolaşsın.” (Türk Dili, Temmuz 1975)Bu süreçte, burada altını çizdiğiniz sorunları ele alan yazılar da yazdınız(*) Bu hangi itkiden doğmuştu?

*Diz Boyu Papatyalar (1975) öyküde topluma, insanı dönük yüzünüzün bir tür hesaplaşmasını içerir. Değişim, yozlaşmanın insan gerçekliğindeki hâllerine bakış… Bunu açalım mı biraz?

*Bu duruşunuzun/yaklaşımınızın asıl çıkış noktasını, sanki, Yürekte Bukağı da (1979) buluruz! Ne dersiniz?

*Bugünün toplumunun/insanının yozlaşmasını, değerler yitimini ‘ilk’ işaret eden öyküler toplamı… Dönemin gerçekliğinin bir yazarın dünyasına yansılarını burada bulabiliriz. Yıkımın/yağmanın dilini kuruyorsunuz ‘bukağı’daki hayatları göstererek. Evet, evet; derin, sessiz bir çığlık gibi gösterirsiniz: Öykü/nüz/ün böylesine derişik yanı var. Sizi öyküde bu yoğunluklara götüren duygu/düşünce nedir, neyle başlar/buluşursunuz öyküde?

*Yaz  Düşleri/Düş Kışları (1981) öykücülüğünüzde bir ayrışma, kırılma noktasının belirgin ürünlerini içerir. Tanıklık başat öğe de olsa, günün seyrine derinlikli bakış önde… Tomris Uyar öyküsünün yeni bir minvalde gidişinin de çağrısını getirir. Ne dersiniz?

*Anlatıcı kimliğinizin belirgin yanları değişmese de, hayata/insana dair gerçekliklerin başka yönleri/yönsemeleri ‘anlatı’nızın odağı durumuna geliyor. Derin, sessiz bir çoğalmanın dilini kuruyorsunuz. Dil ve düş oyunları içinde bir yazı/öykü yoluna çıkıyorsunuz… Buradan gidelim biraz da…

*Gece Gezen Kızlar (1983), Yaza Yolculuk (1989) bu açılımınızın yansılarını getirirler. Belirgin izlekler, bunların insanın dünyasındaki yansıları… Alegorik bir söylem, bireyin duruşunu öteleyen, masal evreninin gerçekliğini öne çıkaran bir anlatım…Masalı sizin için bir anlatıda çekici kılan, onun dönencesinde gezindiren nedir?

*Şu sözünüze dönmek istiyorum: “…’içerik’ zamanla bir yazarın iç dünyası, kişisel üslubu anlamına geliyor, ‘malzemesi’ yani. Bu içerik dış dünyayla zenginleşir ama dış dünyaya yükler de” ( Milliyet, 24 Mayıs 1987). Bu bakışının ağdığı bir öykü dünyası sizin öyküyü getirdiğiniz bir bakış/anlayış. Yaza Yolculuk, bir bakıma bunun örneklerini içerir. Yolunuzun anlamını, sizdeki yoğunlaşma biçimini konuşalım istiyorum.

*Sekizinci Günah (1990), Tomris Uyar öyküsünde bir durağın öncesine getiriyor bizi.  Tümleyici yan izleksel çerçeve. Bir buluş/biliş ve bulunç/bilinç izleğinin yansıları..Yârin elinde güle dönen ‘diken’ örneği…Yazmakla vardığınız yerin ‘oyun’u mudur bu, ne dersiniz?

*İmgelerle sırlı bir dünyaya adım attırırsınız. Hayatı kavrayışın, bir başka dile dönüştürmenin sırrını verirsiniz. Önümüze getirip koyduklarınızın başında da yeni/farklı okuma biçimleri gelir. Okuru bilmek, okunabilirliğin kapılarını aralamak… Bir yazarın temel çıkış noktası mıdır?

Sait Maden, Tomris Uyar, Turgut Uyar
Sait Maden, Tomris Uyar, Turgut Uyar

*Evet, o durağa geldik: Otuzların Kadını (1992)…Belki kızacaksınız, olsun, gene sorayım: Roman olabilecek bir konuyu neden öyküleştirdiniz?

*Katmanları olan uzun öykünün labirentimsi biçimini kurma düşüncenizi öğrenmek istiyorum. Nasıl oluştu, neydi burada öyküde yapmak istediğiniz?

*Adlar birer geçiş/anlam göstergesi. Tümleyici olan öykünün birinden ötekine geçerek sürmesi/yaşaması. Yazmak sorunsalına da yanıtlar getiren bir boyutu var. Ne dersiniz?

*Yazının debisi orada yatıyor. Tomris Uyar’ın aynasında duranların rengi/biçimi de. Sonrasında iki kitapla karşıladınız bizleri: Aramızdaki Şey (1997), Güzel Yazı Defteri (2002). Günün seyrini getirir Aramızdaki Şey. Bensel söyleyişin, parçalanan bilincin kapılarında gezindirirsiniz. Öyküde gelinen yerinizin duru, saf duruşunu görüyoruz. An’ların hüznü, yaşanılanların sızısı çıkıyor yer yer karşımıza. Sizce, hayatın öyküdeki karşılığı nedir?

*Yeni kitabınız “Güzel Yazı Defteri” sizin vazgeçilmez izleklerinizin, insan ilişkilerinin sırlı yanlarına ayna tutma ediminizin yansılarını getiriyor. Uzun, soluklu bir anlatı. Kalıcı an’ların izlerine döndürüyorsunuz… Bir tür bellek yolculuğuna çıkarıyorsunuz bizi… Bu öykü nasıl doğdu, gelişti?

*Siz, daha çok an’ların öykücüsüsünüz… Bir an’ın çakışmasından ses dalgaları üreten/çoğaltan bir bakışın yansıları gelip ağar anlatınıza… Duran zamana akan zamanın aralığından bakarsınız hayata. Bu kitabınız da böylesi bir yapı üzerine kurulu. Sizi bu git-gel’e, zaman aralıklarına sık sık döndüren duygudan söz eder misiniz?

*İletişimsizliğin dilini yansıtıyorsunuz.. ‘Ben’ ve ‘öteki’nin durumu… Dünle bugünün aralığındaki insanın değişen değişmeyen yanları… Bireylerin dünyasındaki yüzleşme, değişimin getirdikleriyle yaşanılan altüst oluşu da yansıtıyor… Buna eksilen hayatların çetelesi de diyebilir miyiz?

*Öykü nerede/nasıl bulur sizi; siz ona nasıl gider kotarırsız?

*Öyküde aldığınız yol, bir başka yazı türüne de yöneltti sizi: günce. Bunların çıkış noktası nasıl oldu?

*Önce günlük, sonra da günün yazı/düşünce notları olarak kayda geçtiğiniz yazılardaki denemeci yanınızı konuşalım… Siz, buna, “bir uyumsuzun notları” deseniz de, muhalif kimliğinizin yansılarının edebi dili ‘deneme’de öne çıkar…Tanıklık da var burada. Bilinçlilik anları, kayıp giden zamanın görünümüne ‘muhalif bakışın’ dili… Evet, ne dersiniz?

*Yazmak sizin için ne anlama geliyor?

*Şöyle diyorsunuz bir konuşmanızda: “Bizim hastalığımız bir tür metodu olan delilik. Çok sıkı disiplin gerektiriyor. İyi bir ön hazırlık şart. Bu durumda da hastalanmak için epey çaba harcamış olursunuz. Galiba da dünyayı kendi bildiğinizce değiştirmek, yeni bir düzen ya da düzensizliğe sokmak için böyle böyle bir kaygıyla yazıyorsunuz. Üstelik öbür hastaların sandığı gibi zevk veren bir hastalık da değil. Bazen ‘Ne diye yazıyorum, kime yazıyorum?’ dediğiniz de oluyor.” (Güneş, 28 Mayıs 1988). Evet, bu soruların yanıtını aralayalım istiyorum.

*Kimdir size el veren, yanınızda önünüzde giden yazarlar; kimlerle kanbağı kurarak yol alırsınız?

*Nasıl bir okuma biçiminiz var, seçiminiz, okurkenki yolculuğunuz nasıldır?

*Yakın dönemde kimleri okur, kimlerin yazdıklarına dikkatle bakarsınız?

*Şimdilerde neler yazıp ediyorsunuz?

15 Nisan 2003

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (28 Şubat 2017)

Yorum yapın