Gökçer Tahincioğlu: “Kaybolma olgusu romanın tamamına yayılıyor.”

Ocak 3, 2019

Gökçer Tahincioğlu: “Kaybolma olgusu romanın tamamına yayılıyor.”

Söyleşi: Dilek Atlı

Gazeteci Gökçer Tahincioğlu, ilk romanı Mühür’de kayıp yakınlarının belirsizlik hali ve umutla mücadelesinin yanı sıra yaşamın içinde kaybolmuşları da konu ediniyor. Tarikatlar, çocuk istismarları, hukuk savaşları ve aşk kırıklıklarıyla bezeli romanda okurlar, insanların içindeki mühürle yüzleşiyorlar.

Gazetecilik, tüm dünyanın derdini sırtlamak ya da sırtlayan herkese bir omuz vermek gibi aldanmacaya düşürür insanı. Mümkün müdür? Hayır, yetemezsiniz. Bu nedenle bir ihtiyaçtan doğar haber. İhtiyacı karşılamak için elinizden gelense hayal ettiğiniz gibi dünyayı değiştirmeye yetmez. İtiraf etmeli ki her gazeteci ilk başlarda dünyayı değiştirebileceğini zanneder. Değiştiremeyeceğini de kısa sürede anlar. Kitaplar öyle değildir ama. Kitaplar dünyayı değiştirebilir. En azından okurların dünyasını. Dolayısıyla kitap yazmak da bir ihtiyaçtır. Her yazarın anlatacak bir derdi vardır çünkü. İşte tam da bu yüzden belki de İranlı sosyolog Ali Şeriati’nin “Sizi rahatsız etmeye geldim” cümlesi en çok gazeteci olup öyküler, romanlar yazan kalemlere yakışır. Amaç, okuru kurgu aleminin sayfalarında varlığını bilmediğimiz, unuttuğumuz, görmezden geldiğimiz, görüp de yetemediğimiz karakterlerle rahatsız etmek, yani düşünmeye sevk etmektir. Bu defa da okura sorular sordurmaktır. Ve bir gazeteci iyi bilir ki ne zaman soru sormaya başlarsak o zaman dünya değişir.

Yaptığı haberlerle Türkiye’de yaşayan birçok insanın yanıt aradığı sorularına ses olan, okuru ‘rahatsız etmeyi’ başararak düşünmeye ve araştırmaya iten, mesleğini toplum lehine yarattığı fayda ve onurla sürdürmeye devam eden gazeteci Gökçer Tahincioğlu, ‘bir çocukluk hayaliydi’ dediği ilk romanı Mühür’le karşımızda. Bir gazetecinin kaleminden çıkan Mühür, karakterleri, olay örgüsü ve kurgusuyla Türkiye’de geçen bir ‘kayboluş’ hikayesi. Kelimenin ilk akla gelen anlamının yanında pek çok kayboluşu içeren Mühür, tarikatlardan çocuk istismarına, aşk kırıklıklarından toplum vicdanına, hukukun yetmezliğinden geç kalışlara kadar okurla paylaşacak çok şeyi olan bir roman. Tahincioğlu, her gece yastığına “yaşıyor mu?” diye başını koyan insanları, yaşamları ellerinden çalınanları ve yaşam içinde kaybolmuşları anlattığı Mühür’de okuru, vicdan terazisiyle baş başa bir rahatsızlık halinin kucağına bırakıyor.

Tahincioğlu, kalpleri avucuna alıp bir sıkıp bir bırakan ve böylece soluksuz bir okuma sağlayan ilk romanını Mühür ile ilgili sorularımızı yanıtladı.

Gözaltında kaybolmak… Türkçe’nin azizliği olsa gerek! Gözaltında kaybolan yaşamların topraklarında  kendi hayatlarında, kimsesizliklerinde ve çaresizliklerinde kaybolanlar da var olmayı sürdürmekte. Mühür, tam da bu kayıplık ya da kaybolmuşluk ekseninde vücut bulan bir roman. Mühür’deki kayıplık hallerini nasıl özetlersiniz?

Mühür’deki kayıpları birkaç açıdan ele almak gerekir. Birincisi elbette kaybedilenler, izi bulunamayanlar ve ailelerinin verdiği mücadele. Yakının kayıp olması duygusunun belirsizliği ve korkunçluğu. Her gece yastığına “yaşıyor mu?” diye başını koyan insanların, kendi yaşamlarını bu mücadeleye adaması, bir yandan da umutsuzlukla mücadelesi. Bir de elbette hesap verilmeyenlerden, hesaplaşamamaktan, bu düzenin mağdur öznesi olmaktan kaynaklı yaşamları ellerinden çalınan, yaşamın içerisinde kaybolmuşlar var.  Bu anlamda kaybolma olgusu romanın tamamına yayılıyor.

Bir tarikat meclisiyle açıyor kapılarını Mühür. Karşımızda Türkiye’de yaşamış, yaşamaya devam eden birçok tarikattan bir örnek var. Hatta iki. Elbette bunların etrafında olagelen gelişmeler, etkiler ve sonuçlar… Türkiye neden yakasını kurtaramadı bunlardan?

Tarikatlar sosyolojik bir gerçeklik olarak sunuluyor Türkiye’de. Bütün bu yapılan bir günde doğmadı elbette. Bir gelenekleri, tarihleri, ibadet biçimleri, inandıkları var. Ancak siyasetten, ekonomiye, eğitimden sağlığa hemen her alana el uzatmaları, gösterdikleri kişilerin siyasette kendilerine yer bulması, o kişinin de bağlı bulunduğu tarikata yönelik ayrıcalıklar sağlamasına dayalı bir sistem söz konusu. Bu da sosyolojik gerçeklik adı altında durmadan büyümesine izin verilen, yaygınlaşan, yenilerinin ortaya çıkmasına yol açan bir yapı oluşturuyor. O yapı, kendini yeniden ve yeniden üretiyor. Bu yapının içerisinde kaybolmuş bir ülke var. Özellikle küçük kentlerde gündelik yaşamı düzenler noktaya gelinmiş durumda. Bu yapının içinde çocuklar kayboluyor, aileler, gerçeklik.  İnanç söz konusu olduğu için siyaset üstü görülüyorlar ancak gündelik siyasetin göbeğinde, ülkenin hemen her alanında söz sahibi. Birbirleriyle rekabet eder hale gelmiş bir tarikat yapılanması söz konusu.

Elife ve Baran… Bu ülkenin çocukları… Bir de avukat Saim’in kayıp kızı var romanda. Çocuk istismarı ve çocuğa şiddet konusunda haberler yapan bir gazetecisiniz. Romandan yola çıkacak olursak hukuk çerçevesinde çocukların uğradığı bu tarumara engel olmakta geç mi, eksik mi kalıyoruz?

Elbette hem geç kaldık hem sürekli eksiğiz. Bu sadece yurttaşların bireysel duyarlılıkları ile mücadele edebilecekleri bir alan değil. Çocuklara yönelik hak ihlallerinde cezasızlık politikası söz konusu. Tarikatlara, benzer yapılara dokunmamak söz konusu. Ev içi şiddete müdahale etmemek söz konusu. Akran şiddetine, okuldaki güvencesiz ortama göz yummak söz konusu. Bütün bunlar yapısal mücadelelerle aşılabilir. Çaresizlik ancak bireysel olarak var belki. Ancak bütünsel ve yargıyı, devleti bu konuda duyarlı olmaya itecek bir kamuoyu baskısı, mücadele hattı ile değiştirmek mümkün.

Diğer taraftan Nurhak Dağları ve Maraş, Ankara ve Adana’ya göre roman mekanı olarak daha bir ön planda sanki. Özellikle bu coğrafyayı neden tercih ettiniz?

Maraş hem sosyolojik olarak beklentilerimi karşılıyordu hem de biraz daha gözden ırak, ancak hafızamızda yer ettikleri ile anımsadığımız bir kentti. Başka bir Anadolu kenti de olabilirdi ancak özellikle Maraş’ın yapısı ve kente hakim doku beni etkiledi.

Mühür’ün ‘leitmotiv (tekrarlanan ifade)’i nedir diye soracak olursak Nazım Baba’nın anlattığı Habil ile Kabil’in hikayesi diyebiliriz. Bu hikayenin romandaki varlığının nedenini anlatır mısınız?

Habil ve Kabil, iyilik ve kötülüğün sembolleri gibi ele alınıyor. Gerekçesiz, altında yatan nedenlere bakılmadan, ezbere yorumlanıyor. Kitapta iyi ve kötüyü anlatmak için muazzam bir zemin veriyordu aslında bana. Hiçbir şey bir anda ortaya çıkmıyor. Bir anda yok olmuyor, var olmuyor. İyilik ve kötülüğün ortaya çıkışı da böyle ve birbirinden ayrılması o kadar da kolay değil. Habil ve Kabil üzerinden bunu anlatmak ve olayların her birine uyarlamak mümkündü. Hem bu anlamda romana derinlik katmaya hem de iyi ve kötünün sadece bir davranışla anlatılabilir olmadığını aktarmaya çalıştım.

Mühür’ün aşk kırıklıkları ve neredeyse bu kırıkları bilerek içine batıran çekincelilik hali bir diğer konu. Saim ve Leyla ile Saim ve Zeynep meselesi, bu defada kalbinde kaybolmuşların hikayesi diyebilir miyiz?

Evet. Bizim halimiz gibi biraz. Aşkı bile yaşamayı doğru düzgün beceremeyen, hafızamızla, korkularımızla, ezberlerimizle en büyük, en büyülü halini bile elimize yüzümüze bulaştıran bir hale geldik. Bu nedenle çok güzel öyküler bile büyük zalimliklerle, kalpsizliklerle bitiyor. Biri diğerinin yerini alabilecekmiş gibi yeni bir öykünün de zeminini oluşturuyor. Ama bu işler böyle değil elbette. Ne kimse kimsenin yerini alabiliyor ne de zalimlikle bitmiş bir hikayeden güzel yarınlar doğuyor. Bu manada, kaybolmuşların hikayesi demek mümkün.

İlk romanınız Mühür, bir gazeteci olarak halen anlatmak ve duyurmak istediklerinizin bir başka ürünü şeklinde okuruna ulaşıyor. Gazetecilik dili ile edebiyat dili birbirinden ayrı ama ortak noktası bir ihtiyaçtan doğması. Size haber yazmanın yanı sıra roman yazmaya iten bu ihtiyacı nasıl tariflendirirsiniz ve bu ihtiyaç süregelecek mi?

Edebiyatın toplumsal hafıza açısından çok güçlü bir uyarıcı olduğunu düşünüyorum. Ve elbette haberden, köşe yazılarından çok daha kalıcı. Bu anlamda güncel politik meselelerin edebiyatla anlatımının önemli olduğunu düşünüyorum. Benim için bir de meselenin başka boyutu var. Küçükken, roman okuyup, nasıl roman yazabileceğimi düşündüğümde, önemli yazarların bazılarının gazetecilikten geldiğini fark etmiştim. Gazetecilik aklıma böyle düştü ilk olarak. Sonradan gazetecilik hayatım oldu ama çocukluk hayalim de aklımdan hiç çıkmadı. Bir yandan haber yazarken diğer yandan yazı konusunda kendimi sürekli eğitmeye çalıştım. Yazmam gerektiğini düşündüğüm nokta da yazmaya başladım.

edebiyathaber.net (3 Ocak 2019)

Yorum yapın