Gizemli bir aile hikâyesi: “Gece Uyurken” | Hülya Soyşekerci

Kasım 17, 2017

Gizemli bir aile hikâyesi: “Gece Uyurken” | Hülya Soyşekerci

Şiirleri ve tiyatro sanatına dair yazılarıyla tanıdığımız Eren Aysan’ın ilk romanı Gece Uyurken, önce adıyla ilgi uyandırıyor. “Gece uyurken insanın çevresinde neler oluyor? Gözleri ve bilinci dışa kapanmışken, insan kendi iç evreninde neler yaşayabiliyor?” gibi soruları akla getiriyor bu ifade. Gece mavisi bir kapak resminde, ışıl ışıl parlayan yıldızların oluşturduğu gizemli bir cüce imgesine takılı kalıyor muhayyilemiz. Bir masal dünyası, bir rüya ışıltısıyla karşılaşacağımızı sezinliyoruz derinden derine. Bir uçağın penceresinden bakıyoruz gece mavisi gökyüzüne ve yıldızlardan oluşan bir cüce el sallıyor bize.

Büyülü bir dünyaya çağıran Gece Uyurken’in sayfalarını çevirmeye başladığımızda, masalsı bir gizemin yanı sıra güzel ve etkileyici bir dil karşılıyor bizi. Şiirsel ifadeler ve imgelerle başlayan roman metni,  sayfalar boyunca dile gelen insan hikâyeleriyle ağ gibi örülmeye başlıyor. Bu hikâyelerin odağında, Los Angeles’ta bir üniversitede okuyan Gazel adlı genç bir kız ve onun her yerde hazır ve nâzır olan, bir masal kahramanı gibi gizemlerle dolu dostu, akrabası Cüce yer alıyor. Olaylar bu iki kahramanın çevresinde gelişiyor ve birbirine bağlanıp örülen çeşitli insan hikâyeleri, bizleri farklı zaman boyutlarında ve farklı coğrafyalarda/ mekânlarda yaşananlara alıp götürüyor. Bu durum ayrıca farklı kültürlerin dünyasına da pencereler açıyor.

Eren Aysan, romanının eksenini kronolojik düz bir çizgiye oturtmak yerine, oldukça modernist bir tutumla, farklı zaman parçalarında yer alan birtakım insan hikâyelerini zaman kırılmaları içinden geçirerek nakletmeye önem veriyor. Zihnimizde bir puzzle’ı tamamlar gibi okuyoruz bu hikâye parçalarını. Metin içi ayrıntıları birleştiriyor; yazarın bıraktığı ipuçlarına tutunuyor ve karanlıkta kalan hiçbir şey bırakmamacasına her şeyi yavaş yavaş gün ışığına çıkarıyoruz. Yüzler, portreler ve insan hayatları… Aile ve arkadaşlık bağları… ABD’deki kentlerden Buenos Aires’e; Ankara sokaklarından Filistin ve Beyrut’a; Avrupa’dan Orta Doğu’ya birçok coğrafyada saklı kalan, kaybolan, unutulan ya da hatırlanan hayatlar… Farklı kuşakların yaşantıları; dünya görüşleri, idealleri ve umutları… Hayal kırıklıkları ve karamsarlıkları… Yaşadıkları toplumsal ve bireysel acılar, derin kırılma anları ve mutsuzluklar… Gece Uyurken’in sayfalarında çoğalan, genişleyen başka hayatlar… Başka hayatları yaşarken zenginleşen ve anlam kazanan kendi hayatımız… Roman gerçekliği açısından ele aldığımızda, Gece Uyurken’in metin içi gerçekliğinin, okurun kendi gerçekliğine dokunan;  o gerçekliği etkileyip dönüştüren yönlerinin ve farklı boyutlarının olduğunu da belirtebiliriz.

Zaman kavramı, ilk sayfalardan itibaren şiirsel ve görsel imgelerle ilerleyen roman metnine çeşitli imgeler ve bilgilerle dağılmış durumda. Guguklu saatin içindeki kuşun dünyasından başlayarak bir masal dünyasına açılan zaman olgusu, metin içinde olayların akışı içinde verilen kısa molalarda sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bazen bir güneş saati buluyoruz karşımızda bazen takvim üzerinden zamanın akışı bilgisine ulaşıyoruz. Gazel’in üniversitedeyken ev arkadaşlarından biri olan Filistinli Asma’nın armağanı da bir saat oluyor yine… İnsanın zaman karşısındaki çaresizliğini sıklıkla duyumsuyoruz bu zaman bilgiler ya da zamanla ilgili imgelerle karşılaşınca…

“Kara orman guguklu saatin içi.

Ahşap kuş, kırmızı gagasıyla ötmeye hazırlanıyordu. Günün sıkıntısından arınmak istercesine tahta kutuda öylece vaktinin gelmesini bekliyordu. Yarım saatte bir saatin sedef kakmalı kepenkleri açılıyor, kuş ânı bölen sesiyle üç kere ötüyordu: Guguk… Guguk… Guguk…

(…) Kızın adı Gazel’di. Arada bir kolundaki saati; ama daha çok da mavi duvarda asılı antika saati yokluyordu. Tahta oymalı saatin içindeki kuş tekrar çıktığında kafeden gidecekti. Aslında öyle çok zamanı yoktu. Üç beş gün sonra bu şehirden, hatta ülkeden ayrılacaktı. Öylece etrafına bakınırken yaşamı tutamamanın burukluğuyla efendisine biat ediyordu. Zaman onun tek hükümdarıydı. Saatlerden ve günlerden kaçış yok, biliyordu. Ne geçmişten ne gelecekten… Dünden kurtulmak mümkün değildi. O her şeyi sarsmış, devirmişti.” (s.11-12)

Okuduğu üniversiteden yeni mezun olan Gazel, bir kafede oturup duvardaki antika saat üzerinden zamanı sorgularken, geçmişten ve onun bıraktığı etkilerden kopamayacağının bilincindedir. Zamana; geçmişe, şimdiye ve geleceğe boyun eğmiş durumdadır. Geçmişte yaşadığı çok büyük travmaları nereye gitse ruhunda taşımaktadır; kaçış yoktur Gazel için. Bir gazeteci olan ve düşünceleri yüzünden uzun süre hapis yapan babası, evlerinin önünde siyasi bir cinayete kurban gittiğinde Gazel de orada; o kırılma ânındadır. O an öylesine derin bir sarsıcı etki yaratmıştır ki onda; artık o andan ve yaşadığı acıdan asla kurtulmayacağını bilmenin boyun eğmişliği içindedir. Zaman geçse de acılar silinmemekte; Gazel’in iç dünyasındaki uçurum giderek büyümektedir.

Gazel’in annesi yıllarca babasıyla ilgili acılara sabırla tahammül etmiş; sessizce kabullenmiştir her şeyi. Bu acılar sonucu ne yazık ki amansız bir hastalığın pençesindedir. Gazel bir an evvel Türkiye’ye gidip Ankara’da bir hastanede son günlerini yaşayan annesini görmek ister. Bu arada ev arkadaşları olan Filistinli Asma ve Arjantinli Sergio’nun hayatına da birer pencere açıldığını görürüz. Farklı kültürlerden gelen bu gençleri dostluğun sıcaklığı ve kardeşlik duygusu bir arada tutar. Asma’nın, Walter adlı bir öğretim üyesiyle ilişkisi nedeniyle kardeşi Ömer sürekli peşindedir. Töre baskısının ve şiddetinin ABD’ye kadar uzanması dehşete düşürür bizleri.  Asma Filistin’de çok büyük acılar yaşamış; babasını ve abisini kaybetmiştir. Anneleri ABD’ye göç eder çocuklarıyla. Küçük bir iş bulup hayatlarını sürdürmeye çalışır. Göçmenlik ve ötekilik hallerinden bir türlü kurtulamazlar. Asma okuyarak bu durumu aşma, yaşadığı topluma uyum gösterme çabasındadır.  Bu arada Sergio’nun yakın arkadaşı Roberto da genç üniversitelilerin hayatlarına dâhil olur. Gazel arkadaşlarının dünyalarına yakından tanık olmakta; onları sevgi ve kardeşlik bağlarıyla kuşatmaktadır. Gençler de Gazel’i çok sevmekte; annesinin durumuna çok üzülmektedirler.

Gazel, kafede oturup zamanın geçmesini ve arkadaşlarıyla buluşmayı beklerken zihninde geçmişe doğru bir yolculuk yapar. Geçmiş hem onun birinci kişi anlatımıyla anlattıkları veya iç konuşmaları şeklinde dile getirilir; ya da küçük yeşil kaplı bir deftere ara sıra yazdıklarında var olmayı sürdürür.

Gazel’in anneannesi Hatice ve onun kız kardeşi Mualla’nın yaşadıkları dönem; o yıllarda Türkiye’deki modernleşme çabalarının toplumsal etkileri, bireylerdeki dönüşüm ve davranışlar üzerinden yansıtılıp dillendirilir. Hatice erken yaşta evin ve kardeşlerinin sorumluluğunu almak zorunda kalır. Mualla aklı oldukça havalarda olan bir genç kızdır. Her ikisi de iyi eğitim gören asrileşmiş genç kızlardır.

Bir de Cüce vardır hayatlarında. Cüce, Gazel tarafından anneannesinin kardeşi olarak anlatılır. Öyle bir varlıktır ki Cüce; sanki Norte Dame’ın kamburu gibi, kitap sayfalarından çıkıp hayata karışmış biridir; inanılmaz derecede çirkin ve kamburdur. Yüzü de ne yazık ki bakılamayacak kadar kötü görünümdedir. Fakat altın gibi kalbiyle, anlattığı hikâyelerin güzelliğiyle, yardımseverliğiyle çevresindeki çocuklar arasında büyük etkisi olan ve çok sevilen biridir. Toplumsal, tarihsel, dönemsel gerçeklerin ve olayların yansıdığı roman metninde Cüce farklı kimliğiyle bir masal kişisi gibi yer alır; adeta büyülü bir varlıktır; her an her yere Hızır gibi ulaşıp aile bireylerini zor durumlardan kurtarmaya çabalayan bir kişidir. Mucizeler hep Cüce’nin çevresinde yer alır. Bir bakıma Cüce, “gerçekçi” bir nitelik taşıyan romanı masal dünyasına, “büyülü gerçekçiliğe” açan kişidir. Yıllar sonra yaşlanan Cüce’nin öleceğini önceden hissetmesi ve fırtınalı bir gecede aniden bir ay taşına dönüşmesi gibi olağanüstü olaylar onun masalsı kişiliği çevresinde gerçekleşir.

1970’lerde babasının öldürüldüğü siyasi cinayetin tanıklığı, acısı ve kederi Gazel’in yakasını hiç bırakmaz. Aradan yıllar geçmiş; ne yazık ki “faili meçhuller” arasında kalan bu korkunç olayın üzeri zaman aşımı ile yavaş yavaş karatılmıştır.  Bir hariciyeciyle evlenip Beyrut’ta yaşayan Mualla teyzesi (anneannesinin kardeşi) yıllarca orada bir hapis hayatı sürdürür; kafes arkasından çevreye bakan kadınlardan biri olmuştur o coğrafyada. Beyrut iç savaşında çok kötü olaylar yaşar; eşi öldürülür, kendisi ne yazık ki kaçmayı başaramaz… Öyle büyük acılardır ki yaşananlar; iç savaşı en korkunç yüzüyle gösterir bize Eren Aysan. Bir akıl hastanesine kapatılır Mualla teyzesi. Üç dört yaşlarında olan oğlu Ali ortalarda yoktur; bakıcısı olan genç kadın Dilaram onu evlat olarak kabullenir ve yıllarca çocuğa bakar. Burada yine Cüce’nin o görünmez varlığı maddi ve manevi desteğiyle onların yanındadır.

Mitolojide kader iplerini ören Hora’lar, sanki Cüce ile kadim arkadaştırlar. Bir bakarız ki Cüce,  uzun yıllar boyunca kendisinden haber alınamayan Ali’nin izini ta dünyanın öbür ucunda; Buenos Aires’te bulacaktır. Gerçekten, kaderin ağları sadece Cüce tarafından fark edilecektir. O olmasaydı ailenin buluşması asla mümkün olamayacaktı diye düşünüyor insan ister istemez.  Gazel ve ailenin diğer bireylerinin nasıl bir araya geldiğini; o birliktelikte nelerin yaşandığını kitabı okuyacak olanlara bırakalım ve sadece şunu dile getirelim. Eren Aysan,  farklı kişileri, farklı kimlikleri, farklı zaman- mekân ve coğrafyaları ustaca buluşturan ve kaynaştıran bir roman kurgusu oluşturmuş. Görülüyor ki kalabalık şahıs kadrosuna rağmen her roman kişisinin dünyasına ışık tutulmuş; karanlıkta ve boşlukta kalan hiçbir şey bırakılmamış.

Romanın asıl anlatım biçimi 3. tekil kişi anlatımı olmasına rağmen arada 1. tekil kişi anlatımıyla kahramanların iç dünyasına girilmiş; bazen de özellikle Gazel’in yeşil kaplı deftere yazdıklarında bir mektup anlatımı da var; buralarda bazen Cüce’ye bazen de annesine sesleniyor Gazel. Ayrıca bir okur olarak, anlatımından en çok etkilendiğim sayfaların Mualla’nın akıl hastanesindeki konuşmaları ve seslenişleri olduğunu belirtmeliyim. Mualla’nın yaşadığı olaylar, uğradığı şiddetin boyutları, içindeki vicdan azabı ve diğer ruhsal çelişkiler, bizzat onun ağzından çok etkili bir gerçekçilikle dile getiriliyor.  Ayrıca roman metnine anlam zenginliği kazandıran ve metne bir düşsel boyut ekleyen masalları da unutmamak gerekiyor. Bunlar, çocukken teyzesi Alev tarafından Gazel’e anlatılan ve Gazel’in yıllar sonra defterine yazarak naklettiği masallardır. Eren Aysan’ın farklı anlatım tekniklerini bir arada kullanması, metnin monoton olmasını engellediği gibi, ayrıca gerçekliğe dair farklı görme biçimleri ve anlam katmanları da oluşturuyor.

Romanın sonlarına doğru karşılaştığımız bazı cümleler okur olarak bizleri derinden düşündürüyor. Diyor ki genç Roberto: “Biz bu dünyaya bu kadar kötülüğü hak edecek hiçbir şey yapmadık.” (s. 248) Farklı coğrafyaların benzer sancılarını duyumsuyoruz o anda; ister Orta Doğu’da olsun, ister Güney Amerika’da,  isterse Türkiye’de… Gençlerin, genç kuşakların, dolayısıyla geleceğin sancıları hep aynı… Şöyle devam ediyor Roberto: “Çok yorulduk Gazel. Dünyanın her yerinde çok yorulduk. Türkiye’de, Atina’da, Beyrut’ta, Gazze’de, Paris’te, Buenos Aires’te… Öldürüldük, kuşatıldık, az bırakıldık. Dinlenelim biraz.” (s.248)

Bu cümleler romanda karamsar bir hava yaratmıyor; çünkü gençliğin yaratıcılığı ve hayatı onarıcı gücü karşısında bütün acıların ve kötülüklerin sona ereceğine dair umuda vurgu yapılıyor asıl olarak. Hayat gençlerle devam edecek; onların ellerinde yeniden onarılıp iyiye ve güzele yükselecektir.

“Dünyanın bir yerinde ateşler yanmaya devam ediyordu. İnsanlar gene ağlıyor, gene gülüyordu. Nasılsa ikisi de yeniden uyanacaktı. Gazel de Roberto da dinlenmiş olarak gözlerini dünyaya açacaktı. İşte her şey o zaman başlayacaktı. Her şey…” (s.248) cümleleriyle, hayatın devam ettiği, her şeyin sonsuz diyalektik sarmalı kapsayan ve daimi akan bir süreçten oluştuğu; bu sürecin de ancak umutla birlikte var olduğu gerçeği duyumsatılıyor içten içe…

Eren Aysan’ın, edebiyat adına umutla baktığım genç yazarlar arasında olduğunu belirtiyor; başarılarının devamını diliyorum.

Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (17 Kasım 2017)

Yorum yapın