Gezi’nin Yeryüzü Kardeşleri: İsyancı ruhların neşeli bedenleri karşılaşın! | Emek Erez

Mart 26, 2014

Gezi’nin Yeryüzü Kardeşleri: İsyancı ruhların neşeli bedenleri karşılaşın! | Emek Erez

d48ed900e79fa9547169c26138b4cd8d_XLGezi direnişi ya da Haziran direnişi nasıl adlandırırsak adlandıralım, bize şöyle bir önerme sunar “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Gezi direnişini anlamaya dair çok şey yazılıp çizildi. Konu ile ilgili çıkan yayınlardan birisi de, olayın felsefesine dair verimli ipuçları içeren, Otonom Yayıncılık tarafından basılan ve Sinem Özer tarafından derlenen “Gezi’nin Yeryüzü Kardeşleri” adlı kitap.

Kitap; Chiapas, Arjantin, Tahrir, Rojava, İspanya, Yunanistan, Occupy Wall Street, Brezilya gibi coğrafyalardan yankılanan isyanın sesini, direniş arzularını farklılıkları ve benzerlikleriyle ortaya koyuyor.

Coğrafyaların yankısı olur mu? Bir coğrafyadan yankılanan diğer coğrafyadan duyulur mu? İnsanları direniş arzusuna yönlendiren ve ortak bir direniş neşesinde karşılaştıran bu isyanlar ne anlama geliyor?.. gibi pek çok sorudan yola çıkılan kitap aslında bir cevap aramadan yankılanan bu sesleri dinlemeyi deniyor.

Bu güne kadar ki politik algımız devlet, parti, sendika, sınıf ya da birey olsun hep bir öz-bilinçli bir özne iradesine indirgenmişti. Gezi direnişi bu geleneğin dışında özneleri “Gezi ruhu” adını verdiğimiz, elle tutamadığımız, gözle göremediğimiz ancak maddilik kadar hakikat bir duruma dönüştürdü. Bugüne kadar aslında daha önceleri pek çok kez tanımlanmış gözetimi içselleştirmiş, birer iktidar kategorisi olarak kurulmuş, üretilmiş bir politik bedenden söz ediyorduk. Ancak artık durum değişmişti. Bu yeni öznelik yine politikti ancak tanımı devlet iktidarı tarafından kurulmuş bir politik anatomiyi ifade etmiyordu.  Bu beden bireysel olarak kendisini kurabilmiş, tanımlayabilmiş kurulan olmaktan çok kurucu öznelere dönüşmüş bir durumu ifade ediyordu.  Bu oluş yeni bir politik varlık durumu, yeni bir isyan ateşi, yeni bir eylem biçimiydi.

Bugüne kadar küçümsediğimiz bedenin, duygusallığın, duygunun çokluğu ve ölçülmezliğinin, bedenin çokluğunun da kurucu olabileceği üzerine hiç düşünmemiştik. Yaşamı insani olanı nesneleştirip dururken, ölçüp, biçip sınırlara hapsederken Gezi ruhu dediğimiz şey bunu tersine çevirdi. Bu metafizik maddeciliğe, bilincin materyalizmine, bedenler isyan etti. Ve bunun sonucunda taksim-gezi-parki_4c77a172-197c-42d8-aea5-b3ed8d31b892_1politika ve yaşam arasındaki ilişki bilinç ve temsillerle değil, bedenler ve bedenlerin yapabilecekleriyle yeniden düşünülecek, yeni bir arayışa dönüştü.

Ortak arzu bir bakıma Spinoza’nın etkilenebilme gücü üzerine ifade ettiği şeye karşılık gelir. Bu güç hem etkileme, hem de etkilenebilme demek. Bireyin kendi dışındaki karşılaşmalar tesadüfe bağlıdır ve bu bedensel karşılaşmalar kederli olabileceği gibi neşelide olabilir. Bu durum iki beden arasındaki karşılaşmaya bağlıdır. Ortak olanı yakaladığımız neşeyi devamlı geri çağırırız, birlikte keder ürettiğimizi ise uzaklaştırırız.  Gezi’de ve dünyanın diğer bölgelerinde gerçekleşen isyanlar birbirini çağıran neşeli bedenlerin karşılaşması ve bedenlerin ortak bir arzuda buluşması olarak değerlendirilebilir. Kim bilir belki de Zapatistaların Ya Basta! (artık yeter) çığlığının; Arjantin’deki “hepsi defolup gitsin!” haykırışına dönüşmesi, ortak bir arzunun, neşeli bedensel karşılaşmaların, yankısının bir sonucudur.

Kitapta isyancı yardımcı komutan Marcos’un 1998 yılında EZLN buluşması katılımcılarına okuduğu bildiriye yer veriliyor. Bu coşkulu metnin son cümlesi sözünü ettiğimiz direnişleri anlama çabasında oldukça önemli görünüyor: “Bilgeliğin kökeni bellektir.” Bellek geçmişin bize bıraktığı resmi olmayan öznel bir yüktür. Resmi anlatılarla oluşmuş tarihsel metinlerin dışında, bizde birikmiş daha çok yaşanan acılı bir geçmişte bizi ortaklaştıran bir duruma karşılık gelir. Bu nedenle direniş arzusunun karşılaştırdığı isyancı bedenler biriken bu bellek yükünün de etkisiyle öfkeyi arzuya dönüştürebilirler.

Dünyanın farklı coğrafyalarından yükselen bu seslerin politik anlamda bir temsiliyetin sorunsallaşmasında da önemli katkıları olmuştur. Örneklemek gerekirse; Zapatizmin Arjantin’de bulduğu yankı başlangıçta şöyle bir sorgulamaya sebep olur. Devletin devrimin merkezi olmadığı düşüncesi nasıl yıkılabilir? Öncülerin toplumsal değişim karşısında, burada daha da fazla, bir engel teşkil ettiği -anında çözülüp gitmediğimiz sürece- nasıl kabul edilebilir? Ancak toplumsal mücadeleler anında yeni özellikler göstermeye başlar. Kitleler artık kendilerini ne eşsiz ve güçlü liderler ne de yapılandırılmış örgütlerlerle anar olmuşlardır. Tutarlı, kesin, değişmez önerileri yoktur ve bu yeni bir şeydir. Mısır’dan, Chiapas’tan, Arjantin’den, Rojava’dan, İspanya’dan, Yunanistan’dan, Occupy Wall Street’ten,  yükselen ses de aslında devlet mekanizmasının mutlak otoritesine karşı bir duruş ve isyandır. Salvatore’nin aktarımıyla “Birçoğumuz devletin büyük ötekisinin ötesindeki, gerçek figürüydük. Başka bir deyişle ilk kez olacaksa da gerçekten politik yaşamlarımızın kaderini yönetmeye başlayabileceğimiz hakiki bir politika düzlemindeydik.” Yani bu yeni direniş kitlesi artık temsil edilmek değil kendisini temsil yetkisi istiyordu. Devlet iktidarlarının ve politikalarının bireysel toplumsal ya da ekonomik bağlamda getirdiği olumsuzluklar, Neo-liberal ekonomik politikalar, halktan etha-20130809-gezi-direnisi-00_extdevamlı talep edilen kemer sıkma politikaları, özürlükler artık sadece talep edilen değil, uğruna direnilen, mücadele edilen, durumlara karşılık geliyordu.

Eduardo Galeano’nun dediği gibi: “Ütopya ufukta uzanır, ben iki adım yaklaştığımda o iki adım geriye gider. Ona on adım yaklaştığımda o da on adım ileriye kayar. Ne kadar ilerlersem ilerleyeyim hiçbir zaman ona ulaşamam. O zaman ütopyanın anlamı nedir? İlerlememizi sağlamasıdır. Kısacası, Gezi Direnişi ve tüm coğrafyalardan yankılanan neşeli isyan sesleri bizi ütopyalarımız için adım atmaya çağırıyor, artık bu sese kulak vermeliyiz belki de, ne dersiniz?

Emek Erez – edebiyathaber.net (26 Mart 2014)

Yorum yapın