Ferhat Uludere Nazlı Eray’la “Halfeti’nin Siyah Gülü” üzerine konuştu

Şubat 13, 2012

Ferhat Uludere Nazlı Eray’la “Halfeti’nin Siyah Gülü” üzerine konuştu

 

Aşkın Siyah Gülü Nazlı Eray’ın elinde

Üç ayrı kent ve tutku yüklü bir aşk… Düşlerin yol gösterdiği, çözüm bulduğu ve gerçeğin yeniden kurulduğu bir roman Halfeti’nin Siyah Gülü… Tıpkı Halfeti’de yetişen o eşsiz gül gibi büyüyen ve büyüdükçe kafa karıştırıcı tutkulu bir aşkı anlatıyor yeni romanıyla Nazlı Eray. Kentleri anlatıyor, aşkları arıyor ve tüm bunları gerçeğin üzerine büyülü bir örtü sererek yapıyor.

Geceyarısı gelen tutku ve buyurgan bir mektupla başlayan karmaşanın içinde ansızın beliren tanıdık yüzler hikâyenin sırlarını ve karakterlerin bilinçaltını da ortaya çıkartıyor. Doğan Yayıncılık etiketiyle yayımlanan Halfeti’nin Siyah Gülü düşlerle gerçek arasında keyifli bir okuma sunuyor okura…

Öncelikle mekânlarla başlamak istiyorum çünkü mekânlara çok bağımlı bir kitap var elimizde… Ankara, İzmir ve Mardin… Neden bu kentler seçildi?

Bunun nedeni mekânların, kentlerin beni çok etkilemesi ve yazmakta olduğum romanın içine her zaman girmesi. Yıllar önce Sinop’tan da aynı şekilde etkilenmiş ve Sis Kelebekleri’ni yazmıştım. Uşak ve Bartın bana İmparator Çay Bahçesi’ni yazdırdı. Ankara’dan İzmir’e giderken yol kenarında gördüğüm bir çay bahçesi. Ama ne isim: İmparator Çay Bahçesi. Orası Uşak Dörtyol’muş. Geceyarısı geçmiştim önünden, ertesi sabah geri döndüm ve orada bir kahve içtim. Roman başlamıştı.

Bu kitabım Ankara’da başlıyor. Aşk mektubunu yazan alzheimerli ihtiyar Ankara’da. Bir pencerenin önünde güvercinlere ekmek parçaları veriyor ve her an aşkı, tutkuyu ve cinselliği düşünüyor.

İzmir eski sevgilim benim. Bir zamanlar orayı görmeden, ara sokaklarında yürümeden yapamazdım. Tuhaf bir biçimde avucuna almıştı beni. Hayatın sokakta yaşanması, gece bir iskemlede uyuyan bir adam görmem; bir zamanlar Tilkilik Mezarlıkbaşı’nın oradaki eski bir konak olan, Büyük Abdülkadir Paşa Oteli’nde bir gece kalmam, İzmir’in sıcak gecesinde korkuyu ve çaresizliği hissetmem, beni o kente tuhaf bir biçimde bağladı. Benim yaşamak istediğim gibi yaşayan bir şehirdi çünkü. Hızlı, tehlikeli ve serüvenci… Neşeli, dansözlü, klarnetli, zurnalı, Dario Moreno nostaljili…

Mardin, bambaşka bir dünya… Oraya vardığım an, ayaklarıma bir çift gümüş telkari terlik verildi sanki. Avucumda mor, menekşeli badem şekerleri, şıkır şıkır dar sokaklarında ve avlularında dolaşmaya başladım. Mezopotamya o sonsuz dinginliği ile birden önüme seriliverdi. Şaşkındım. Âşık olmuştum. Roman başlamıştı.

Kitap ismini de bambaşka bir yerden alıyor Halfeti ve sadece oraya özgü olan Siyah Gül…

Halfeti… Bambaşka bir yer. Ama aşkın siyah kadife gülü yalnızca orada yetişiyor. Aşkın siyah kadife gülünü bulup, avucumda tutmam gerekiyordu. Aşkı, sonsuzluğu ve rüyaları hissedebilmek için.

Kentlerin edebiyata etkileri üzerine ne düşünüyorsunuz, mekânlar hikâyelere ne gibi katkı sağlıyor, hikâyeleri yönetiyor mu sizce?

Benim yapıtlarımda kentler çok etkili ve romanları yönetiyor. Uyku İstasyonu. Annem bitkisel yaşamdaydı. Roman Sinop’ta başlıyor. O sonsuza uzanan, sisler içindeki Sinop iskelesinin üstünde annemi görüyorum. Bana doğru geliyor. Canlı, eskisi gibi… Var gücümle sesleniyorum ona. Kolumdaki saatim kopmuş, zamanım yok o an. İskelenin sonu sisin içinde kaybolmuş. Aynı hayat gibi… Sonra Bursa… “Ömer’in Bahçesi” diye bir yer. Çekirge yolu, bir aynadan dünyayı takip eden felçli Hamdullah Bey… Bir yatır. Ayakkabılarımı bırakıyorum orada. Şehirler bana yazdırıyor. Onlarsız yapamam.

“Buňuel, topluma çimentolaşmış değerlere, tüm tabulara filmleri ile karşı çıkmış bir deha”

Kitabın karakterlerinden biri Luis Buňuel, her kelimeden sizin için çok özel bir yönetmen olduğunu belli oluyor… Nedir Buňuel’i bu kadar özel kılan?

Buňuel çok özel benim için. Dehasına hayranım. Yetiştirildiği sıkıcı, baskıcı Katolik mezhebine attığı tekmeler, insanları sarsan filmleri, tutku analizleri, işlediği yaşlı erkek-genç kadın temaları; soğuk, dokunulmaz sarışınlar, çürümüş aristokratlar. Anlattığı her şey olağanüstü… Onu tanımayı çok isterdim. Kapalı odada silah attığı için bir kulağı sağır. Mezarlıklarda oynuyor çocukken. Filmleri yüzünden tehditler alıyor. Diğer sanatçılar onu koruyorlar. Az konuşuyor. Öyle işte… Topluma çimentolaşmış değerlere, tüm tabulara filmleri ile karşı çıkmış bir deha.

Aslında Buňuel’in sinema diliyle yarattığı sürrealizm sizin kitabınızda da rüyalara eş değer düşüyor sanki…

Evet, Buňuel’in sürrealizmi ile benim kitabımdaki rüyalar eşdeğer düşüyor. Bu doğru bir saptama. Mardin’i görür görmez aklıma Buňuel geldi. Oradaki mistik hava ve manastırlar bunu çağrıştırmış olmalı. Sonra o ihtiyarın ihtiras dolu o seks mektubu. Aslında Buňuel’in konusuydu o. Filmini hemen çekerdi. Acaba hangi kentte? Toledo’da belki. Ben romanını yazdım. Mardin’de ayağımda gümüş terliklerimle…

“Bir iskemleye oturup, Mezopotamya ovasına bakakaldım elimde gül şerbeti…”

Farklı bir dil ve farklı bir anlatım kuruyorsunuz Halfeti’nin Siyah Gülü’nde ama bu bir tercih gibi durmuyor; konunun bazen sizi ele geçirdiğini ve her şeyi onun belirlediğini hissediyorum…

Konu, kişiler ve mekân beni ele geçirdi Mardin’de. Bir iskemleye oturup, Mezopotamya ovasına bakakaldım elimde gül şerbeti… Beynimi ve ruhumu sanki bir şey ele geçirmişti. Heyecanlı ve mutluydum. Âşık olmuş gibi… Öyle bir duygu… Bir ‘’ephoria’’ duygusu. Oysa kent sessiz… Her yan taş duvar. Capri’de filan, böyle dediğim gibi oluyor insan. Deniz, kayalıklar… O tuhaf doğa…

Ama Mardin’de sanki daha fazlası oldu. Bir ezan sesi uzaktan… İn cin yok çevrede. Gül şerbetinin içine karanfil atılmış.

Gece, şehir bir uçan daire gibi, tuhaf, ışıl ışıl ve uçup gitmek üzere gibi…

Büyüleyici kısaca.

Attila İlhan: “Son 30 yılın en güçlü kalemisin”

Kitabı bir kenara bırakıp size gelmek istiyorum… Yazmaya başladığınız ilk dönemlere, Attila İlhan’ın çok özel bir yeri var değil mi yazın hayatınızda…

Attila İlhan’ın çok önemli bir yeri var yazın hayatımda. İlk kitabım AH BAYIM AH’ı basmak için beni Bilgi Yayınevi’ne çağırdı. Günler boyu konuştuk birlikte. Hayatı, her şeyi.  Bana “Türk edebiyatında son 30 yılın en güçlü kalemisin”, dedi. Şaşırmıştım. O zaman düşler, büyülü gerçekçilik tanımlanmamıştı daha. “Seni anlayamazlar, kendi okurunu kendin yetiştireceksin evlât,” dedi. Öyle de yaptım.

“Bir de bana “fantastik yazarı” diyorlar. Al sana fantastik olay: Paul Auster ile Recep Tayyip Erdoğan karşı karşıya!”

Edebiyat okuru azalır ve değişirken sizin geniş ve çok farklı yaşlarda okurlarınız var bunu neye bağlıyorsunuz?

Evet, benim çok geniş ve farklı yaşlarda bir okur kitlem var, gittikçe de artıyor. Çocuklar var, gençler var. Çok yaşlılar var. Kadın erkek karışık bir portföy. Çocuklar olağanüstü. Yeni yazdığım çocuk kitaplarından geldiler bana. Evime geliyorlar, uçaklarda beni tanıyorlar, onlarca e-mail geliyor onlardan bana. Bir okula gittiğimde stadyuma girer gibi karşılanıyorum. Bu yepyeni bir duygu benim için. Olağanüstü zevkli. İki üç kez masa ile duvar arasında ezilme tehlikesi geçirdim! Çocuklar kontrolsüz ve özgür! Hayatımın en mutlu anlarıydı. Ölüyordum.

Son olarak Recep Tayyip Erdoğan ve Paul Auster arasındaki polemiği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şu yaşamda neler oluyor. Bir de bana “fantastik yazarı” diyorlar. Al sana fantastik olay! Brooklynli Paul Auster ile Recep Tayyip Erdoğan’ın bu hayatta karşı karşıya geleceğini rüyamda görsem inanmazdım. Ama oldu işte! Ne diyeyim? Diyecek bir şey yok.

Çok ilginç aslında… Olacak şey mi? dememeli. “Oldu” işte! Mizahi bir yanı da var. Ayrı dünyalar. Kitaptaki gibi değil mi? Sanki “Büyülü Gerçekçilik”. Yıllar sonra yorumlanır bu.

Ferhat Uludere

Kaynak: sabitfikir.com (13 Şubat 2012)

Yorum yapın