Faruk Duman: “En büyük hayat tecrübem, okuyup yazmana bak.”

Eylül 2, 2019

Faruk Duman: “En büyük hayat tecrübem, okuyup yazmana bak.”

Söyleşi: Göksu Nurten Çakır  

Faruk Duman’la editörlüğü, yazma yolculuğu ve kitaplarına dair söyleştik.

Yazmak bir tiryakiliktir aslında. Yazmaya başlayan bir kişi kolay kolay bırakamaz yazmayı. Sizin yazma tiryakiliğiniz ne zaman başladı?

Diyebilirim ki kitap okumaya başlar başlamaz. İlkokula giderken Tom Sawyer, Define Adası, Güliver’in Gezileri gibi çocuk kitaplarıyla tanıştım. Bir de benim macera sever bir yanım vardı, uçmaya çalışırdım, kendime tahtadan araba yapardım, ağaç ev de yapardım. Sonra bunların aynı zamanda yazılabilir olduğunu kitaplar aracılığıyla gördüm. O zaman hemen hemen aynı günlerde elime bir kalem alıp başladım yazmaya. Bizim mahallenin joo diye bir köpeği vardı. Onunla geçen günlerimi bir günlük gibi yazdım. Sonradan yazdıklarımı bir parşömene yazar gibi kâğıtları birbirine ekleyerek yazmaya devam ettim, aylar sonra böyle upuzun bir şerit oldu. Sonra onu rulo gibi yuvarladım. Bu rulo zamanla kayboldu. Yani yazmaya başlamam okumaya başlar başlamaz oldu. Sonra gerçek edebiyatla tanıştım, Orhan Kemal, Yaşar Kemal… Yavaş yavaş çoğaldı yazılar.

2003-2018 yılları arasında Can Yayınlarında editörlük yaptınız. Sarnıç, Öykü Gazetesi gibi süreli dergiler çıkardınız. Aynı zamanda kitaplar yazdınız. Bütün bunları başarıyla yapmanızın sırrı nedir?

Bu bir iş hayatı, ben editörlüğü ve dergi çıkarmayı bir iş olarak görüyorum öncelikle. Yazdığım kitapları bundan kesinlikle ayrı tutuyorum. O konuda kendi yazıklarıma karşı kıskanç olduğum söylenebilir. Yazarlığımı işe karıştırmam, editörlük bir iştir benim için. Bir de yayıncılık ve kütüphanecilik yaptım. Kitaplarla haşir neşir olmak, kitaplarla ilgili herhangi bir şey yapmak beni mutlu ediyor. Çok küçük yaşlarda hedefimdi, başka bir şey yapmayacağım, sadece yazacağım dedim. Ne yaptıysam hep ona hazırlık oldu. Ben bunu bir virüs olarak görüyorum bir kere bulaştınız mı kitaplara aralarından çıkmanız biraz zor. Ama dediğim gibi yazmak kişisel ve bir tür sanat olduğu için yayıncılık yaptığım sırada ve ya denemeler yazdığım sırada ileri sürdüğüm görüşleri, takındığım tavırları hep kendi içerisinde yani yazma masasına oturduğum zaman içteki bilgilerimin de yıkıldığını, parçalandığını, onlara kendimin uymadığını gördüm. Dediğim gibi bu biraz yaratma kıskançlığından geliyor.

1991’den beri öyküleriniz yayımlanmakta. 1996’da Çankaya Belediyesi Yarışması’nın öykü-şiir dalında ikincilik ödülü aldınız. İlk öykü kitabınız 1997’de Can Yayınları tarafından çıktı. 1991’den bugüne kadar Türk edebiyatında öykünün geldiği nokta nedir? Kısaca bahseder misiniz?

1991’den 2019’a kadar olan süreçte, öykü nerden nereye geldi onu çok bilemiyorum beni de çok ilgilendiren bir konu değil açıkçası. Ama genel anlamda bizim iyi bir öykü edebiyatımız var. Türk öyküsü iyi bir nitelikte oldu her zaman. Fakat bunu belli yıllar arasında değil de toplam olarak düşünmek lazım, yani, geçmişte kimler var: Sait Faik var, Orhan Kemal var. Onat var, Bilge Karasu var. Dolaysıyla onları bir çıta olarak almak lazım, yani nitelik açısından bir ölçüt olarak almak lazım. Onların yapıtlarıyla bugünküler arasında öyle bir kıyaslamaya gitmek lazım. Bunu yapınca çok da büyük yollar kat ettiğimizi söyleyemeyiz gibi geliyor bana.

Ardahan doğumlusunuz, uzun zamandır İstanbul’da yaşıyorsunuz. Doğayı harika tasvir ediyorsunuz. Kahramanlarınızın doğayla iç içe olması doğduğunuz coğrafyanın kaleminizi etkilemesinin bir sonucu mudur? Ne dersiniz?

Olabilir. Ardahan’da doğdum ama orada çok fazla yaşamadım. Fakat doğa ortamı, ağaçlar hayvanlar, benim daha çok yetiştiğim çocukluğumun geçtiği Ankara’daki Demiryolu Lojmanları’nda çok vardı. Ben biraz oradan hem de bizim çocukluğumuzdaki yaşam tarzımızdan o bilgileri edindim. Küçük kapalı bir çevreydi Demiryolu Lojmanları. Hepimizin hayvanları, tavukları, kümesleri vardı, hepimiz bahçe ekiyorduk ve aynı zamanda da biz arkadaşlar Ankara’nın ören yerlerini geziyorduk. Dolaysıyla doğanın hikâyelere romanlara girmesinin asıl nedeni de benim okuma tarzımdan biraz kaynaklanıyor. Aile içerisinde dinlediğim hikâyeler, dili öğrenme çabası, yani bizimkiler nasıl konuşuyor, bizimkiler hikâyeyi nasıl anlatıyor, nereden yaklaşıyor ve o işte âşık hikâyeleri, halk hikâyeleri, masallar onlarla büyüdüğüm için bunlar arasında bir koşutluk kurdum: doğa, ağaç, hayvanlar, masallar ve halk hikâyeleri arasında yetiştiğim için öyle gelişti. Aslında buna mecbur muydum? Hayır, ama böyle bir edebiyatı daha çok sevdim.

Geçtiğimiz Mayıs ayı sizin için heyecanlı geçen bir ay olmalı. Bir taraftan Sus Barbatus adlı romanınız Orhan Kemal roman armağanını alırken diğer taraftan Öykü Gazetesi kapandığını açıkladı. Bu konudaki duygularınızı bizimle paylaşır mısınız?

Orhan Kemal çok sevdiğim ve aynı zamanda da ailece çok sevdiğimiz bir yazar. Abim benden on bir yaş büyük. Orhan Kemal’i çok severdi. Kars’ta lise yıllarındayken 12 Eylül sürecinde saklamak zorunda olduğu kitaplar vardı, bu kitaplar arasındaki Orhan Kemal kitapları ta Ankara’ya kadar gelmişti. Orhan Kemal bizim ilk okuduğumuz Türk edebiyatı içerisindeki yazarlardan birisi, dolaysıyla aileden biri gibidir. O anlamda Orhan Kemal Roman Ödülü benim için çok özel çok sevindirici bir şey oldu.

Öykü Gazetesi’ni yürüyebildiği yere kadar çıkardık ve çok severek çıkardık. Bir edebiyat dergisinin yaşaması çok zor. Türkiye’de de dergileri takip eden kişi sayısı da çok sınırlı. O yüzden bu hiçbir zaman satışa da yansımıyor zaten. Elimizden geldiği kadar sürdürdük, severek yaptık.

Çoğu yazar yazdığına kendinden bir şeyler katarak yazar. Siz bir kahramanı yazarken hayali karakterleri mi yoksa sizin ruh halinizi yansıtan karakterleri mi yazarken mutlu olursunuz?

Benim için edebiyat yapı anlamında katı kuralları olan matematiksel bir şey. Bir kahramanı yaratırken onunla empati kurmak zorundasınız. Bizim ruh halimiz neyse o çok fark etmez, o kahramanın ruh halini yakalamak zorundasınız. Eğer biz yazar olarak kendi iç dünyamızı yazmak istiyorsak o zaman onun adresi bana sorarsanız edebiyat değil, başka bir yer. Bir kere, bir öyküyü bir romanı yayınladığınızda okurun tartışma alanına girmişsiniz demektir. Okurun orada sizinle tartıştığını, orada kendisini ya da çevresini bulması gerektiğini biliyorsunuz, zaten yazarın taşıdığı budur. Yani yazar kitap bastırmakla, kahramanlar yaratmakla okura müdahale ederek onun dünyasına girer. Aslında ortalığı karıştıran biridir yazar. Bunu nasıl yapacak, onu anlamaya çalışarak, onu yazarak… Bence edebiyatımızdaki en büyük yanlışlardan biri de o, yazarların kendi duygularını yazmaları ve ister istemez bazı karakterleri buna alet etmeleridir. Yazar bu yola girdiği zaman ne yapıyor, insan tanımaya ihtiyaç duyuyor. Erkekleri, kadınları, hayvanları tanımaya ihtiyaç duyuyor. Çünkü neden o kendini yazıyor. Oysa ne kadar değişik insan tanırsak, ne kadar değişik anlamaya çalışırsak yazdıklarımız da o kadar zengin olur.

Geçtiğimiz aylarda Orhan Kemal öykü ödülünü aldınız. Sizi yalnızca romanlarınızla değil, deneme, öykü, çocuk kitaplarınızla da tanıyoruz. 2013’te yayımladığınız Baykuş Viraneyi Sever adlı öykü kitabınızdan sonra romana ağırlık verdiniz. Bundan sonraki yazarlığınıza romanla mı devam edeceksiniz?

Hayır, yeni bir öykü kitabı daha yazdım, özellikle Sus Barbatus içerisindeki kahramanların başından geçen parça parça öyküler yazdım. Bunlar önümüzdeki yıl yayımlanacak. Bir taraftan da eski ve bana göre el değmemiş, pek az bilinen masalları öyküleştiriyorum. O biraz ağır yürüyen bir iş. Dolaysıyla öykü yazıyorum ama roman da yazıyorum. Ben özellikle deneme konusunda biraz daha yavaşladığımı hissediyorum ama denemeleri zaman buldukça yazmaya çalışıyorum. Benim için bunların yeri ayrı. Roman uzun bir serüven, ona başladığım zaman o bir yandan gidiyor, masanın bir kenarında duruyor ve beni sürekli dürtüyor. Onun çabuk bitmeyecek olması da beni heyecanlandırıyor, hep kaldığım yere dönüyorum. Şimdi, Sus Barbatus’ta Zeynep ve Kenan sanki bir duraktım ve beni bekliyorlar gibi. Dolaysıyla bu bana çok iyi geliyor. Orada bir yazı var ve sizi bekliyor. Ona uygun zamanı yakaladığınızda ve dosyayı açtığınızda sizi beklediğinizi biliyorsunuz, bu çok güzel bir duygu. Öykü, benim ilk göz ağrım. Öykü yazarken aldığım tat bambaşka bir şey. Özellikle onun sonuca gitmesi, sonuçlanması, orada bir tiyatro dekoru gibi açılıp kapanan bir perdenin olması, bazı doyum noktalarının olması hoşuma gidiyor. Denemeyle de edebiyat üstüne düşünüyorum, düşüncelerimi paylaşıyorum, bu biraz daha beni zihinde tutan bir şey. Dolaysıyla, elimden geldiği sürece hepsini yazacağım.

Sus Barbatus romanınızın diğer romanlarınızla ilişkisini nasıl tanımlarsınız? Farklılıklar ya da benzerlikler nelerdir?

Benzerlik olarak doğa tasvirleri, doğaya yaklaşımı konusunda benzerlikler var. Köpekler için gece müziğinde de ve Bir Pars Kaybolur’da da özellikle kurmaya çalıştığım şey, insanla doğa arasında başkalık olmadığını, bunların aslında doğanın tek bir ürünü olduğunu anlatmaya çalıştım. Kahramanlar arasındaki geçişgenlik, kahramanlar arasındaki eşitlik düzeyleri Barbatus’ta da aynı ama Sus Barbatus’ta yapmaya çalıştığım şey, kurgusal anlamda klasik romanlarına ve ülke gerçeklerine biraz daha yakın. Hep kafamdaki ritim duygusu üzerinde çalışmaya çalıştım. Bu bence klasik roman kurgusu ve ritim yani ses yapısı, Sus Barbatus’ta biraz daha önde. Dolaysıyla onu ben yazarken hissettim. Okurlardan gelen tepkilerden ve görüşlerden de anladığım kadarıyla burada bir aşama kaydettik.

Sus Barbatus adlı romanınızda konuşma dilini kullanarak, günlük konuşma dilinin edebi dilden daha üstün olduğunu mu savundunuz?

Konuşma diliyle edebi dil arasında böyle bir üstünlük ilişkisi kuramayız. Bu mantıklı değil, dolaysıyla böyle bir şeyi savunmuyorum. Benim yapmaya çalıştığım şey, diğer kitaplarımda da aynı, bu kitapta da aynı. Konuşma dilinde özellikle benim vurgularımdan ve benim yetiştiğim çevredeki konuşma dilinden bir edebi dil yarattım. Dolaysıyla oradaki ritmi, oradaki kesintili konuşmayı, bazı sözcükleri, edebi dile aktarmaya çalışıyorum. Tabii şunu söylememiz lazım, günlük dilde çok daha kısıtlı konuşuruz, dolaysıyla edebi dilde günlük dili işliyoruz. Dili işlemek ve yazıya dökmek için çok daha zamanımız ve dikkatimiz gerekiyor. Ayrıca edebi dil her zaman daha zenginlik barındırır ve bu da dilleri zenginleştirenin edebi dil olduğu gerçeğini getirir. Ama dediğim gibi biri sanattır, öbürü yaşamın kendisidir. Dolaysıyla ikisi arasında öyle bir kıyaslamaya gitmem.

Yazdıklarınızı paylaştığınız ya da görüşünü aldığınız bir arkadaşınız var mı?

Evet, elbette var. Kitaplarımı yazar yazmaz okuttuğum arkadaşlarım var. Bu bir kişi değil. Kitaplarımın, yazılarımın, öykülerimin çıkmadan önce mutlaka görmesini istediğim insanlar var. Bunlar, yazar, yazar olmayan arkadaşlarım.

Çok ödüllü bir yazarsınız. Alığınız ödüller kaleminizi ve gündelik hayatınızı nasıl etkiledi?

Ödüllerin en önemli yanı yazdığınız eserin görünmesi. Özellikle oradaki seçici kurulun sizi okumuş olması, sonra bu ödülün kitabınızın bir kez daha gündeme gelmesini sağlaması, en önemlisi bu. İlk gençlik zamanlarımda tabii, ödüller aynı zamanda sorumluluk getiriyordu. Çünkü önemli bir ödül almışsınız ve bundan sonra en azından öyküyü takip eden insanlar tarafından daha dikkatli okunacağınız anlamına geliyor. Bir sorumluluk yüklüyor. Fakat benim genç arkadaşlara tavsiyem şu: bir ödülün, sizin hakkınızda yazılan olumlu bir eleştirinin çok etkisinde kalmayın, onu dikkate alın, onun sorumluluğunu taşıyın ama çok da etkisinde kalmayın; çünkü tehlikelidir. Siz ödülü aldıktan sonra önemli bir yazar oldum, derseniz bu sizin için olumsuzluk içerir. Övgüleri ve yergileri her zaman dikkate alırım ama etkisinde de kalmam.

Sus Barbatus’u bitirip son noktayı koyduğunuzda ne hissettiniz?

Sus Barbatus’u yazarken çok iyi bir roman yazdığımı biliyordum. Bu yüzden bu romanı yazdığım iki yıl boyunca sadece yazmanın keyfini çıkardım. Böyle bir hayatı izler gibi, oradaki Kenan’ı, Zeynep’i, Gülşen’i izler gibi yazdım. Bir noktadan sonra, özellikle yüzüncü sayfadan sonra bana düşen sadece onları takip etmek oldu. Oturdum izledim onları ve onlarla bir tür duygudaş oldum. Hatta bazı noktalarda, özellikle Aynur’un içeriden çıkıp köye geldiği zaman ablasıyla karşılaştığı sahnede böyle bilgisayarın başından kalıp ve gözlerim doldu, çok duygulandım. Bir de aynı şey sonunda oldu, yani Kenan eve gelince Zeynep’in ölmediğini, ‘Üzülme kız bir daha yaparız’ dediğinde bir de orada çok duygulandım. Yani demek istediğim şu, Sus Barbatus’u çok rahat yazdım.

Yazarlık hayatınız boyunca öğrendiğiniz en büyük hayat tecrübeniz nedir?

En büyük hayat tecrübem, okuyup yazmana bak. Tamamen yalnızlık var edebiyatta, geriye dönüp bir baktığında geriye okurlardan başka kimse olmuyor çünkü.

Türk edebiyatına katkılarınızdan dolayı ve bu güzel röportaj için size çok teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (2 Eylül 2019)

Yorum yapın