Ezgi Polat: “Unutmayı seçen bir toplumuz.”

Ağustos 9, 2017

Ezgi Polat: “Unutmayı seçen bir toplumuz.”

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Ezgi Polat, Can Yayınları tarafından yayımlanan ilk öykü kitabı Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda ile okurun karşısına çıktı. Onun öykülerinde sadece “susku” değil, bolca da “konuşma” var aslında. Anlatmaya/aktarmaya yönelen bu öykülere dair yazarıyla söyleştik.

Özgeçmişiniz oldukça kısa duruyor: “EZGİ POLAT, 1987 yılında doğdu. Endüstri mühendisliği bölümünü bitirdi. Öyküleri Notos, Kitap-lık, Sözcükler, Öykülem, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Çevrimdışı İstanbul, YM, Karahindiba, Peyniraltı Edebiyatı dergilerinde yayımlandı.” Hepsi bu kadar olmasa gerek yazıyla kurduğunuz “bağın” ? Yazı sizin için yazgı mıydı?

Elbette yazıyla aramdaki bağı özgeçmişle sınırlı tutamayız ama hepsini özgeçmişte anlatamayız da. Yazmak benim için bir tutku. Geçmişte de hep bir şeyler karalardım. Artık daha bilinçli, daha düzenli bir disiplin olarak hayatımda var. Yazamadığım zamanlarda çok stresli ve huysuz biri oluyorum. Yazgı, kelime olarak biraz arabesk kaçabilir bu duruma ama yazının hayatımın en önemli parçalarından biri, bir ifade etme ve var olma biçimi olduğunu söyleyebilirim.

İnsan ilişkilerine dair çok duygu var öykülerinizde. Yazarken gündelik hayattan/ günlük yaşantılardan nasıl besleniyorsunuz, kurmaca hayatlardan nasıl?

Kurmaca hayatlar da gerçek hayatın edebiyata yansıtılmış hali. İkisi birbirini besleyen, sürekli etkileşim halinde olan, iç içe geçmiş şeyler. Birini öbüründen ayıramam. Gündelik hayata nasıl kulak kesiliyorsam, kurmaca hayatlara da o şekilde kulak kesiliyorum. Hiç yaşamadığınız vakıf olmadığınız bir durumu usta bir yazarın onu nasıl anlattığına dikkat ederek öğrenebilirsiniz. Hayatta gördüklerimi kurmacanın bana hayal ettirdikleriyle harmanlıyorum.

“Göz göze geliyorlar. Gülümsüyor. Siyah bir boşluğun ortası, deniz, gökyüzü bir. Ayak parmaklarından başlayan gıdıklanma bütün bedenine yayılıyor. Kayalıklara gizlenmiş mağaraları dövüp duran dalgaların şakırtısını, yüzüne vuran yelin uğultusunu, çakılları kara denizkestaneleri gibi kaplayan uzak koyları saran karanlığın ürkütücü sesini duyuyor. Tepedeki ormandan inen ferah hava, denizin ortasında tuzlu rüzgârlara bulanıp geri dönüyor. Karanlık her şeyin üzerini örtüvermiş sanki.” diyor anlatıcı “Encantado” öyküsünde. Peki, yazar doğanın (insan doğası da dahil) içindeki giz’li dili nasıl anlıyor ve anlatıyor?

İyi gözlemlemeye, şeylerin özüne bakabilmeye çalışıyorum. Yaşamın içindeki çoğu şey doğanın taklididir. İnsan ve doğa arasında, insani duygular ve doğanın tepkileri arasında bağlantı kurmaya, buna metnin içinde doğallıkla yer vermeye çalışıyorum. Denizin yalnızca yüzeydeki davranışlarına değil dibinde olan bitene de, nerede daha soğuk olduğuna, nerede daha sert aktığına, nerede canlı nerede ölü olduğuna ve bunların niçin olduğuna bakmaya, daha derinini öğrenmeye çalışıyorum. İnsan doğası için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

Yine “Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda” öykünüzde “Yaşananlar da zamanla birlikte eriyor. Yok olacak. Yok olmalı. Çünkü bize bir şeyden kurtulmanın en güzel yolunun onu yok etmek olduğu öğretildi hep. Başka bir şey bilmiyoruz.” demişsiniz. Yazar, zaman(d)a bir iz bırakmak için mi yazıyor? Ya da “kalmak” için mi? “Zaman” kavramı üzerine çok kafa yorar mısınız?

Yazarın yazarken böyle amaçlar gütmemesi taraftarıyım. Yazarken bunlar düşünülmez genelde ama her yazar yazdıklarının hatırlanmasını, üzerinde düşünülmesini, zamanla yok olmamasını ister. Zaman kavramı üzerine elbette kafa yoruyorum ama bu çok geniş bir konu. Alıntıladığınız pasaj bağlamında konuşacak olursak zamanın, karakterin yaşadığı zorlukların üzerini nasıl örtüverdiğini anlatmaktı derdim. Karakter bunu sorgulamaya başlayınca sert bir kayaya tosluyor. Yaşanılanlar orada, ama orada değilmiş gibi davranmak, onları yok saymak zorunda kalıyoruz bazen. Buradaki karakter de birey olamamış bir toplumun bireyi ve bir anlığına farkına varıp bu öğretiye isyan ediyor. Unutmayı seçen bir toplumuz. Ders almak ve kabullenmek yerine üstünü örtmeyi, konuşulmamasını tercih ediyoruz. Bu da tek tek bireylerin gündelik yaşamlarına bile sirayet edebilen bir anlayış. Hayata bakış açımızı şekillendiriyor, yaşam biçimlerimizi. Zaman, yaşanılanları anlamaya ve dürüst olmaya çalışmazsak bize bir kazanım sağlamaz.

Öykülerinizin bir kısmı sanki bütün okurlara bir kısmı da sadece ilgilisine yazılmış gibi… (Bazı öyküleri ikinci kez okuma ihtiyacı duyduğumdandır bu soru!) Kurguya, anlama, dile dair “klasik” bir bakışınız yok. Yeni şeyler söylerken ne söylediğinizden çok nasıl söylediğinizi –de– önemsiyorsunuz. Yaşadığımız çağ ile postmodern öykü anlayışı arasında nasıl bir ilişki var size göre?

Bir öykünün, okuru ikinci kez okumaya zorlaması pek de kötü bir durum değildir. Yazarken okuru düşünmüyorum. Bu okuru umursamıyorum gibi algılanmamalı. O yüzden belli bir kitleye hitap etme söz konusu değil. Okur bunu anlamayabilir diye yazdıklarımı gereksiz bir biçimde anlaşılır kılma çabasına girişmiyorum. Bunu yaparsam yazdıklarımın niteliği düşebilir ve içinde barındırdığı duygu bayağılaşabilir bana kalırsa. Gerçekten önemsediğim şey neyi nasıl anlatmam gerektiği. Bir biçim düşünüyorum ve üzerine metni inşa etmeye çalışıyorum.

Üzerinde hâlâ tartışılan bir konuda günümüzü öykü bağlamında yorumlamak zor. Postmodern edebiyat anlayışı yersiz ve zamansızdır, kendinden önce gelen her şeyi heybesinde taşır. Onu bir zaman diliminin içinden yorumlayabileceğimi sanmıyorum.

Kadın-erkek ilişkilerine dair güçlü gözlemler, sahici anlatımlar mevcut öykülerinizde… Bir “Parisienne” öyküsü mesela: “Aramızda gezinen uğursuz bir ruhtun sen. Kötürüm ilişkimizi yürütmenin tek yolu senden kurtulmaktı.” derken… Anlattıklarınızın “sahici” olmasını nasıl sağlıyorsunuz?

Duyguları abartmamaya, gerçekçi bir biçimde, olağan halleriyle vermeye çabalıyorum. Bir sonuca giderken onu nedeniyle birlikte vermezseniz anlatılanlar havada asılı kalır, okuyanın zihninde tam olarak oturamaz. Karakterleri yaşatabilmenin yolu, onları şu an oldukları insana dönüştüren geçmişi gerçekçi bir biçimde sunabilmektir. Ben de buna özen göstermeye çalışıyorum.

“Sen İyi Ol Diye” öykünüzde şöyle bir bölüm var: “Biz onlara bir fırsat sunduysak,” diyor, “bunu kötüye kullanmak zorunda değiller. Bekârıyla evlisiyle bütün erkekleri ayarttılar. Türk kadınları şöyle böyle laf yayıyorlarmış sağda solda. Kozmetikçiden, iç çamaşırcıdan çıkmazlar. Bu sıcakta suratlarında on kilo makyaj, gözlerinde kara sürmeler, fettan fettan geziyorlar ortalıkta.”

Son yıllarda onlarca benzeri yaşanan “göçmen/mülteci” hikâyelerine bir yenisi daha eklenmiş gibi. Yazar olarak bu öyküdeki dili kurarken çevrenizdeki gözlemlerinizden mi yola çıktınız? Yoksa okuyup izlediklerinizden, duyduklarınızdan mı? Özetle bu öykünün hikâyesini alsak kısaca sizden…

Mülteci sorunu, ülkemize gelen, burada yaşamlarını sürdürmek zorunda olan Suriyelilerin artışıyla bizim de yaşamımızın bir parçası haline geldi. Her gün başka bir kötü haber okuyor, duyuyoruz. Olan bitene acımasızca yaklaşan kişi sayısı hayli fazla. Başımıza gelmeden bazı şeylerin acısını bilemeyiz, bilmediğimiz bir şeyi yargılamak gerçekten çok acı ki maalesef insanın kodlarında bunu yapmak var. Bu gözlemler sonucunda epey canımın sıkıldığı bir dönemde Suriyeli Mültecilerle, sonra daha özel olarak Suriyeli kadın mültecilerle ilgili bir araştırma yaparken buldum kendimi. Yazma isteğim çok kuvvetliydi, okuduklarım, izlediklerim berbattı, böyle sıcak konuları hakkıyla yazabilmenin zor olduğu bilincindeydim. Yine de denemek istedim ve bu zıtlığı kuşaklar arası anlayış farkıyla işlemeye karar verdim. Bunu da anne-çocuk ilişkisi üzerinden anlatmanın etkileyici olacağını düşündüm. İzlediğim belgesellere ve okuduğum haberlere dayanarak anlatmak istediğim konunun özünde erk tarafından mağdur edilen kadın karakterler vardı. Savaştan kaçarak bir ülkeye sığınmış kadınların ilkin o ülkenin kadınları tarafından kadınsal duygularla dışlandığını, aşağılandığını görüyor, bu faşist tavrın sahibi kadının acımasızlığına sinirleniyoruz. İşin özüne bakılacak olursa bütün bunların sebebinin, bu kadını da mağdur eden faydacı erk olduğunu keşfediyoruz. Ve nihayetinde iki tarafa da kızamıyor, allak bullak oluyoruz.

“Öykü”de karar kılışınızın sebebi nedir? Diğer türlerle ilişkiniz nasıl?

Böyle kesin bir karar vermiş değilim. Yazma sürecinde farklı türler denediğim de oldu. Anlatmak istediğim şeylerin çokluğu ve çeşitliliği öyküye ağırlık vermeme neden oldu. İyi ki. Çünkü özellikle yolun başındaki bir yazarın kendini geliştirebilmesi için öykü biçilmez kaftan. Çok kırılgan, hata kaldırmayan bir tür. Bu yüzden çok dikkatli olmak gerekiyor. Bu çaba da yazanın dil ile ilişkisini kuvvetlendirmek için büyük fırsat. Bunu belki ilkin roman üzerinde denemek zor olabilir. Çünkü uzun, yayılma riski fazla ve daha zor kontrol edilebilir haliyle.

Yazarlığı bir tür sınıflandırmasına sokmayı doğru bulmuyorum aslında. Yani yazar aksini söylemedikçe her türden eser verebilir. Bu bir seçimdir. Ben de başka türlerde de kalem oynatmak, o deneyimi yaşamak isterim. Yayımlatmak şart değil.

Geriye nasıl bir “hikâye” kalsın isterdiniz Ezgi Polat’tan?

Sanırım evrensel bir hikaye kalabilmesini isterdim. Herkese dokunabilen.

edebiyathaber.net (9 Ağustos 2017)

Yorum yapın