Eyüp Aygün Tayşir: “İnsanın içerisinde hem aydınlık hem karanlık taraflar var.”

Kasım 21, 2018

Eyüp Aygün Tayşir: “İnsanın içerisinde hem aydınlık hem karanlık taraflar var.”

Söyleşi: Can Öktemer

Eyüp Aygün Tayşir‘in 2015 yılında yazdığı ilk romanı 4 Hane 1 Teslim son zamanların en dikkat çeken romanları arasında yer alıyordu. Tayşir, ilk romanın ardından arayı çok fazla açmadan geçtiğimiz aylarda yayımlanan yeni romanı Tuhaflıklar Fabrikası’yla çıka geldi. Tuhaflıklar Fabrikası’nın adı gibi tuhaf bir üniversitenin içerisindeyiz. Karakterleri isimlerine yansımış hocalar, Büyük Alim’in gizemli bir metnini arayan genç bir asistan, akademiye sonu bitmez bir labirente dönüştüren hiyerarşiler, bürokrasiler; Eyüp Aygün Tayşir’in Tuhaflıklar Fabrikası’nda etkileyici bir şekilde satırlara döktüğü anlar oluyor…Yazarlık haricinde uzun zamandır akademisyenlik yapmakta olan Eyüp Aygün Tayşir’le son romanını ve üniversitelerinin son halini konuştuk.

-4 Hane 1 Teslim son zamanların en ilgi çekici romanlarından biriydi. Bu romanınızdan sonra arayı çok açmadan Tuhaflıklar Fabrikası ile okuyucunun karşısına çıktınız. Bize son kitabınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

 4 Hane 1 Teslim’i yazmayı 2015 yılı sonbaharı gibi tamamlamıştım denebilir. Lakin ilk romanımı yazarken hem hikâyeler yazıyor hem de ileride yazacağım romanlarla ilgili taslaklar üzerinde sürekli çalışıyordum. Tuhaflıklar Fabrikası’nın da bu gibi ön hazırlıkları uzun süredir devam ediyordu. Romanın konusu yıllardır belliydi çünkü hem hoca ve öğrenci olarak ilişkili olduğum üniversitelerde hem kıdemli hocalarımın anılarında hem de farklı üniversitelerde görev yapan arkadaşlarımla sohbetlerimde çok önemli benzerlikler gözlemliyordum. Özellikle akademideki belirli sorunlar ve mitler bağlamında… 2015 sonbaharında malzeme epey hazırdı ama henüz kurgu konusunda net değildim. O yılın yaz aylarında birbirinden çok farklı 3-4 kurgu ile girişler kaleme almıştım. Bunları eleyerek Tuhaflıklar Fabrikası’nın nihai formunda karar kıldım. Her fırsatta yazsam ve yazmadığım zamanlarda da zihnim sürekli yazdıklarım ve yazacaklarıma ilişkin düşüncelerle dolu olsa da Tuhaflıklar Fabrikası’nın kelimelere taşınması ağırlıklı olarak yaz aylarında oldu. Aslında 2017 yaz sonu itibarıyla ben de romanın sonuna gelmiştim. Yine de ancak 2018 yazında eve kapanıp hem sonunu getirebildim hem de editörüm Duygu Çayırcıoğlu ile birlikte metin üzerinde önemli revizyonlar yaptık.

-Tuhaflıklar Fabrikası’nda üniversite ortamına ve dünyasına dair bilindik durumları gerçeküstücü bir dille anlatıyorsunuz; bunu yaparken de simgelere, metaforlara ve imgelere başvuruyorsunuz. Hikâyenizin dilini kurgularken kendinize nasıl bir yol haritası çizdiniz? 

Tuhaflıklar Fabrikası’nın nasıl bir biçim içinde sunulacağını belirlediğimde kendimi birtakım sınırlar içerisine de almış oldum. Yazarlar sanıldığı kadar özgür değildir yazarken; özgür iradeleri ile yaptıkları bir seçim bir sonraki seçimin olanaklarını daraltır. Buna dikkat edilmezse gerçekliği sorgulanan metinler çıkar ortaya. Anlatıyı tarihi muğlak ve lâmekân bir biçimde kurmayı tercih edince dilin bununla çelişmemesi gerekiyordu. İhtiyar bir adamın diline ihtiyacım vardı, nesnelerin modern ya da gündelik isimlerinden biraz uzak durmam lazımdı… Fakat bunlar da yazarın imkânlarını fazla kısıtlıyordu ve önümü açmak için dönüp kurguda birtakım değişiklikler yaptım ve metni bir değil birçok kişinin kalemine ve farklı zamanlara dağıttım. Bunlara ilişkin detayları da girişteki açıklamalara yedirdim. Simgeler, metaforlar, imgeler ve alegori de bu amaca hizmet ederek bana yardımcı oldu. Özetlersem, her karar bir sonrakini bir derecede şekillendirdi ve dil de bu sürecin içinde biçimlendi. Benim anlatıyı zamandan ve mekândan azade kılma çabamın nedeni, anlatıda merkezde duran kurumun (akademi) tarihsel değişmezliğine vurgu yapmak istemem ve anlatının evrensel bir hikâye olarak okunmasını arzulamamdı. Bu karar da dili biçimlendirdi.

-Tuhaflıklar Fabrikası, hikâyenin gizemi ve barındırdığı mistik ögeleri bakımından yer yer Gülün Adı romanını andırıyor sanki, biraz da Latin Amerika edebiyat geleneğine yakın durmakta. Bununla beraber kitabınızda edebiyat tarihinden birçok yazara, kitaba göndermeler mevcut. Bu durumda metin de sıkı edebiyatseverler için iyi bir oyun alanına dönüşüyor. Bize bu tercihinizden bahsedebilir misiniz?

 Ben esinlendiği ve beslendiği kaynakları açıkça ifade etmekten memnuniyet duyan biriyim. 4 Hane 1 Teslim en temelde Cevdet Bey ve Oğulları, Kahire Üçlemesi, Buddenbrooklar ve Yüzyıllık Yalnızlık’tan çokça esinlenmişti. Tuhaflıklar Fabrikası ise Marquez’in hemen tüm romanlarından ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden alır temel esinini. Bu bağlamda, elbette onlara esin verenlerden de esinlenmiştir onların esin verdiklerinden de… Kurgu açısından da Orhan Pamuk romanlarının bazılarının önemli etkisinden söz edilebilir. Bir gelenek içinde kalmak, benim sanatta da bilimde de önemsediğim bir olgu. Lakin metin içinde tüm bu esinlenmelerden bağımsız olarak yerleştirilmiş, metinlerarasılığa hizmet eden kısımlar da var. Bunun sebebi, sizin de çok isabetli bir şekilde belirttiğiniz gibi, sıkı okur ile birbirimize gülümsememizi sağlamak. Geçenlerde bir yemek masasında Mısırlı bir aile ile sohbet etme şansım oldu. Necip Mahfuz’a benim gibi onlar da çok hayrandı. Yemek bitti, herkes dağıldı, biz fazladan yaklaşık bir saat daha oturup Mahfuz romanları üzerinden edebiyat, tarih, politika konuştuk. Konuşurken sergilediğimiz ateşli heyecan, aynı metinleri okuyup aynı hislere, düşüncelere gark olduğumuzu gösteriyordu. Herkesle yemekte karşılaşmak mümkün olmadığı için romanlarda usulünce metinlerarasılığa başvurmak sevdiğim bir muziplik.

-Tuhaflıklar Fabrikası, çok katmanlı ve farklı okumalara açık bir roman. Dolayısıyla hikâyeyi anlamlandırma her okumada farklı bir boyut kazanmış olacak. Siz bu durum için ne demek istersiniz? Sizin okuyucular için bir roman okuma kılavuzunuz var mı?

Kılavuz önermek asla haddim değil. Lakin sadece roman okurken değil yaşamın genelinde aheste gidilmesi hem kendime hem eşime, dostuma, öğrencilerime sık sık önerdiğim bir şey. Bunu tekrar edebilirim burada da. Metaforum şudur hep: Boğaz’ın bir yakasından diğerine bir deniz taşıtı ile seyahat ederken eğer şimdiki motor ya da vapurlara binersek Boğaz’ın güzellikleri de bozuluşu da pek görünmez gözümüze. Lakin bir yelkenli hatta sandalla geçersek -hele kürekleri de biz çekmiyorsak- hem güzel hem de çirkin olanı görebilir, o güne kadar fark etmediklerimizin farkına varabiliriz. Bu sükûnet içinde, her geçişimizde yeni şeyler de görürüz elbette. Bir şiir, bir hikâye ya da bir roman yazılırken eser sahibi çok emek veriyor; aheste gidiyor. Okurun da emek vermesi, sadece şiirleri, hikâyeleri, romanları değil bunların nasıl okunması gerektiği üzerine yazılmış eserleri de okuması gerekir. Ben bir okur olarak bunu yaptım ve çok faydasını gördüm. Edebiyatla niyeti ciddi olan herkese bunu öneririm. Bu bağlamda Türkiye’de çok nitelikli akademisyenlerimiz var dil ve edebiyat konusunda uzman ve onların Türkçe kaleme aldıkları çok faydalı eserler var. Yani yabancı dil bilmeyenin dahi kaynak sıkıntısı içinde olmadığı kanaatindeyim.

-Romanda bir gizemin peşine düşüyoruz. Genç bir asistanın üzerinden Büyük Alim’in esrarengiz metnini sonsuz bir labirent içerinde arıyor gibiyiz… Bu arayış birçok epistemolojik ve felsefi soruyu da beraberinde getiriyor.  Büyük Alim’in metni, bilim, tutku ve merak hikâye içinde yan yana geliyor bir anlamda. Siz bu durum için ne demek istersiniz? Büyük Alim’in kayıp metni esas olarak neyi sembolize ediyor?

Ele geçirilirse kişiyi muktedir kılacağına inanılan bilgi temsil ettiklerinden sadece biri… Öte yandan, romanda karşımıza çıkan yapı ve karakterler bilgiden ne anlıyor, onu nasıl tanımlıyor, neden arıyor, bulabiliyor mu, yaratıyor mu, tüm bunları nasıl yapıyor? Bu gibi soruları sorduran ama asla didaktik bir üslupla kendi sorularını kendi yanıtlamayan bir anlatı olmasını amaçladım Tuhaflıklar Fabrikası’nın.

-Romanda karşımıza çıkan karakter isimleri de oldukça ilginç. Rektör Yeşil Papağan, Kibar Hoca, Müflis Hoca akla ilk gelenler. Karakterleri ve isimleri oluştururken nasıl bir yol haritası çizdiniz kendinize?

Ben 1996’da öğrenci olarak üniversiteye girdiğimden beri hep akademinin içindeyim. Öğrenci olarak, asistan olarak ve hoca olarak… Öğrencilik ve hocalık hâlâ eşzamanlı sürdürdüğüm işler ve sadece Türkiye’de değil yurtdışında pek çok yerde de üniversiteleri gözlemleme olanağım oldu. Hemen tüm arkadaşlarım da akademisyen. Böyle olunca yıllar içerisinde farklı üniversiteler arasında hem uygulamalar açısından hem de hoca profilleri açısından önemli benzerlikler olduğunu anladım. Belirli bir kurumu ya da ülkeyi değil bu evrensel benzerliği işaret etmek adına da isimler vermek yerine karakterlere baskın kişilik özellikleri üzerinden müstear isimler vermek daha uygun oldu. Böylece her okuyanın “Bu bizim üniversite, bu bizim X Hoca,” diyebilmesini hedefledim. Sadece karakterlerin değil mekânın da bu ortak algının oluşmasına hizmet etmesini amaçladım. Elbette bu tercihler, anlatının zaman ve mekânını muğlaklaştırmak için de gerekliydi. Özel isimler kullansaydım anlatıyı daha spesifik bir tarih aralığına ve coğrafyaya işaretlemiş olurdum.

-Tuhaflıklar Fabrikası’nda ana uğrak yerimiz üniversite. Sizce üniversite neden bir nevi Tuhaflıklar Fabrikası? 

En başta kendimden biliyorum ki insanın içerisinde hem aydınlık hem karanlık taraflar var. Dış çevre, kimi zaman aydınlık taraflarımızı ifşa etmemizi özendirecek şekilde tasarlanmış oluyor. Bizi edepli olmaya, paylaşmaya, iyi bir insan olmak için çabalamaya, sorumluluklarımızın bilincinde olmaya yönlendiriyor. Kimi zaman ise dış çevre tam tersine bizim karanlık taraflarımızı ifşa etmemizi cesaretlendiriyor ya da kimi zaman karanlık taraflarımızı ifşa etmemiz hâlinde bize dokunulmayacağını biliyoruz. İşte bu ikincisinin olabildiği yapılar, en kibar ifadeyle, “tuhaf” yapılara dönüşüyor. Akademi de maalesef bundan azade değil. Yapı ne derece şeffaflıktan, hesap verebilirlikten uzaksa o derece tuhaflaşıyor.

-Malumunuz üniversite ve modernitenin fikriyatının başında aydınlanma ve bilimsel ilerleme geliyordu. Lakin günümüzde bu değer ve ideallerinin gerilediği, kimsenin hakikatle ilgilenmediği bir dönemden geçiyoruz. Bununla beraber Terry Eagleton, yakın zamanda yazdığı “The Slow Death of the University” isimli makalesinde, sermayeyle bu kadar yakın ilişkide olan, bürokrasi çemberinin içerisine girmiş bir üniversite ortamının geleceğinin olmadığından bahsediyordu. Siz günümüzde üniversite ideali ve fikriyatı için ne demek istersiniz?

Sorunuzun ilk kısmına kısa bir cevap vererek ikinci kısma uzun uzun değinmek isterim. Son cümledeki sorunuzu da o uzun yanıta yedirmeye çalışacağım. Kanaatimce bugün aydınlanma ve bilimsel ilerleme üzerinden hakikati merak eden, ona ilgi duyan kesimin nüfusa oranı, uzak geçmişteki oranından büyüktür. Ben iyimser bir insan değilim lakin sayılara inanırım. Sayılar bu ifademi destekliyor. Kaynak olarak da Steven Pinker’ın son dönem eserlerini gösterebilirim.

Terry Eagleton benim bu ara üzerinde çalıştığım bir akademik iş nedeniyle son yıllarda çok okuduğum biri. Lakin bu makalesini okumamıştım, sorunuzda görünce hemen okudum. Eagleton, dünyanın en prestijli yüksek öğrenim kurumlarından birinde uzun yıllar hocalık yapan biri ve verdiği eserlerle yirminci yüzyılın yetiştirdiği en önemli âlimlerden… Politik olarak belirli bir geleneğin içinden de geliyor. 1943 doğumlu; pek çoğumuzun ancak kitaplardan okuduğu ya da filmlerden izlediği dönemlere şahitlik etmiş biri. Kanımca Eagleton’un sözlerini bu verilerden bağımsız olarak ele almam haksızlık, bu derece önemli bir âlimin söylediklerini iyice anlamadan ve düşüncelerimi belirli bir olgunluğa eriştirmeden eleştirmem hadsizlik olur. Benim makalede görebildiğim kadarıyla Eagleton, üniversitelerin sermaye ile kurmuş oldukları ilişki biçiminin onların sonunu hazırladığından ziyade “kâr getirmediği”, “para etmediği” düşünülen beşerî bilimler (humanities) gibi alanların ve özellikle de edebiyat disiplininin başına gelenlerden şikâyetçi. Yani makalesinin başlığı, içeriğine oranla çok geniş kalmış. Eagleton,  işletmecilik okullarına ve işletmeci zihniyetin üniversitelere sirayetine de oldukça kızmış durumda.  Kendisinin kaygılarını anlıyorum; kesinlikle hak da veriyorum. İlk aşkı ile uzun yıllar önce profiterol yediği pastanenin ya da İstiklal Caddesi’ndeki korsecinin kapanmasına, yerinden edilmesine öfkelenenleri anladığım gibi… Ben de apartmanımızın arka bahçesinin ben hayattayken bahçe niteliğini yitirmemesini istiyorum; bunun çok insani bir yanı var. Tüm bunların özellikle 1980 sonrası dünyayı yeniden sarmaya başlayan küresel kapitalizmle ilişkili olduğu da elbette kabulüm. Tek sebebin bu olduğunu düşünmesem de… Lakin bunların hiçbiri üniversitenin sonunun habercisi değil benim adıma. Dikkat ederseniz Eagleton analizini İngiltere ve edebiyat disiplini ile sınırlamış. Mühendislik, teknoloji, sağlık bilimleri vb. pek çok diğer disiplinden ve sosyal bilimler içinde yer alan kimi disiplinlerden hiç bahsetmiyor. Hemen girişte verdiği Güney Kore örneği ise, üniversitelerin ve eğitimin gelişmekte olan ülkelerde nasıl önemsendiğini gösteriyor aslında. Belki bu söylediğim gereksiz ama o kısımda yaptığı şakaları da İngiliz mizahına mı vermeliyim oryantalist mi bulmalıyım kararsızım…

Tüm bunları böyle uzun uzun anlatarak konuyu kendi uzmanlığıma yani yönetim ve organizasyon bilimine getirmeye çalıştım. Organizasyonlar (örgütler) canlıdır, açık sistemlerdir ve açık ya da kapalı tüm sistemler gibi entropi eğilimleri vardır. Organizasyonlar günün birinde artık dışarıdan gerekli enerjiyi alamazlarsa kapanırlar. Tekil olarak da (batan bir şirket) bir meslek (bakkal, korseci, kazancı vb.) ya da örgütsel form olarak da ortadan yitebilirler. Fakat sermayenin kurallarına tabi olmak ve bu tabiiyet içinde sermayenin istediklerini ona verememek ille de organizasyonların sonunu getirmez. Söylemek istediğim, bu nedenden hareketle genelleme yapmamızın doğru olmayacağı. Sermaye ile doğrudan hiçbir ilişkisi olmayan lakin toplumun geniş kesimlerinin farklı ihtiyaçlarına yanıt verdiği inancını sağlamlaştırarak varlığını üniversiteler gibi yüzlerce yıldır sürdüren çok kurum var. Üniversitelerde böyle disiplinler de var. Hiçbir şekilde kârlı olmadıkları gibi sürekli kaynak da tüketiyorlar. Lakin varlar ve bence var olmaya da devam edecekler çünkü insanların, örneğin manevi açıdan, birtakım ihtiyaçlarına karşılık veriyorlar. Ya da varlıkları birilerine güç sağlıyor. Önemli olan sadece kârlılık değil meşruiyettir de. Kârsız ama meşru olarak da yaşamını sürdürebilir kimi organizasyonlar. Hatta bir organizasyonun meşru olmaması kârsız ya da verimsiz olmasından daha büyük bir sorun teşkil eder. Üniversite epeyce meşrudur; bu meşruiyetin temeli ayrı bir tartışmanın konusu olsa da… O denli meşrudur ki kârsız da olsa verimsiz de olsa varlığını sürdürebilir. Tuhaflıklar Fabrikası’nda da durum bu değil mi zaten? Sonuçta öyle ya da böyle örgütler kapanabilir; lakin bunların yerine başka örgütler, örgütsel formlar vb. oluşur. Teknolojik gelişmeler dijitalleşmeyi beraberinde getirdiğinde fotoğrafçılık sektörü de bu değişimden nasibini aldı. Fakat yaşadığımız anları dondurma isteğimiz bakidir. Yüzeye baktığımızda her şey değişiyor gibi görünse de nüvede değişim nadirdir. Bu bağlamda, bilgi üretimi, öğrenme gibi ihtiyaçlar asla ortadan kalkmaz çünkü bilgi herkesten önce iktidarı hedefleyenlerin en büyük ihtiyacıdır ve sahibine güç verir. Âlimin de bu güçle donandığı inancındayızdır ve sahibi olduğuna inanılan bilgi, hakikatin karşılığı olsa da olmasa da âlime güç kazandırır. Tam da bu nedenle tarih boyunca liderlerin yanında hep âlimler yer almıştır çeşitli unvan ve görevlerle. Dolayısıyla, kurumsallaşmış ve hantal örgütsel formu ile alışık olduğumuz biçimi değişse de (yakın gelecekte olacağını sanmıyorum) üniversitelerin çok uzun yıllar daha yaşayacağı kanısındayım. Hocalar ve hocalık da keza aynı şekilde. Bana kızılacağının bilincinde şunu da eklemeliyim:Korseci de kapanma tehdidi ile karşı karşıya kalan bir akademik disiplin de sermaye ve bürokrasiyi eleştirdiği kadar kendisini de eleştirebilmelidir. Sonuçta, hoşumuza gitse de gitmese de uyumlu olanın hayatta kalma olasılığı her zaman daha fazladır.

edebiyathaber.net (21 Kasım 2018)

Yorum yapın