Esma Kütan Mısırlıoğlu’ndan, Paul Auster’ın “Sunset Park” adlı romanıyla ilgili bir yazı.

Şubat 18, 2008

Esma Kütan Mısırlıoğlu’ndan, Paul Auster’ın “Sunset Park” adlı romanıyla ilgili bir yazı.

Her şey yolunda mı?

Paul Auster’ın Can yayınlarından çıkan Sunset Park isimli kitabını ilk gördüğüm anda içimde müthiş bir heyecan duydum. Daha önce birçok kitabını severek okuduğum yazarın yeni bir kitap yazması beni çok heyecanlandırdı ve hemen alıp kitabı incelemeye başladım.

Paul Auster bu kitabında öncekilerden farklı olarak yeni bir tarz denemiş gibi geldi bana. Kitaptaki olay örgüsünü karakter çözümlemeleri ile anlatıyor. Her karakterin hayatını  didik didik ederken bir yandan da olayın gidişatını inceliyoruz. Kahramanımız Miles Heller, karşımıza gizemli biri olarak çıkıyor.  ABD’de son dönemde patlak veren ekonomik kriz dolayısıyla sahipleri tarafından terk edilen evlerin temizlik işlerinde çalışıyor. Eşyaların bir ruhu olduğunu ve terk edilen bu evlerde bırakılan eşyaların çok şey anlatabileceğini düşünüyor ve bir yandan da hobi olarak bu eşyaların fotoğraflarını çekiyor.

İlk sayfalarda dünyevi hırslardan arınmış, kendi halinde bir ermiş havası çizilse de kitapta ilerledikçe aslında kahramanımızın da bir insan olduğunu, duyguları, geçmişi, çelişkileri, sorunları olduğunu görüyoruz. İlk olarak Pilar denen Küba asıllı bir kıza aşık oluyor. Bu tutkulu bir aşk, aralarında garip bir de cinsel bağlılık var. Kitabı okuyunca demek istediğimi anlayacaksınız. Ama Pilar 16 yaşında ve reşit olmadığı için Miles korku içinde geçiriyor günlerini. Anlıyoruz ki Miles hapse girmekten çok korkuyor. Yine de bir yolunu bulup kızla aynı evde yaşamayı başarıyor. Roman bu noktada sanki Miles ve Pilar aşkı üzerine gidecekmiş gibi gözüküyor ama hayır Miles hala Florida’da, henüz Brooklyn’e Sunset Park’a gelmedi.

Sayfalar ilerledikçe Miles’ı yakından tanımaya başlıyoruz. Annesiz ve babasız kalmış Pilar’ın hayatını kendi çocuğu gibi ele alıyor ve ona bildiği her şeyi öğretmeye başlıyor. Derslerine yardımcı olurken bir yandan da maddi olarak her şeyini karşılamaya başlıyor. Ama Miles’ın  Pilar’a anlatmadığı bazı sırları var. 23. sayfaya geldiğimizde kahramanımız Miles’ın ana çelişkisi ile karşılaşıyoruz. Kardeşinin bir kaza sonucu gerçekleşen ölümünden kendini sorumlu tutuyor. Aslında bu, anne ve babalarının birbirleriyle evlenmesi sonucu kurulmuş ‘üvey’ bir kardeşlik, hiç bir zaman yapaylıktan öteye gidemiyor. Birbirlerindeki farklılıkları sevemiyorlar ve hiçbir zaman gerçek bir aile olamıyorlar. Biri (Miles) sorumluluk sahibi, başarılı(inek), kısmen asosyal ama düzgün bir genç iken; diğeri (Bobby) serseri ruhlu, tembel, dışadönük, girişken bir genç olarak karşımıza çıkıyor. Protogonist bir karakter yaratılıyor. Romanda sıklıkla karşımıza çıkmasa da, Bobby’nin ölümünün getirdiği suçluluk duygusu Miles’ı daha içine kapanık, dünya zevklerinden yoksun, evine dönemeyen biri haline getiriyor. Metin Celal’in, Cumhuriyet kitabın 10 Şubat 2011 tarihinde ki köşesinde de belirttiği gibi Miles “Adeta, demir parmaklıksız bir hapishane ortamı yaratmış, bütün dünya zevklerinden uzak, hemen hiçbir lüksü olmadan yaşayarak işlediğini düşündüğü suçun bedelini kendince ödemeye çalışıyor.”

Bobby ile tanıştığımızda Miles’ın babası Morris ve üvey annesi Willa ile de tanışıyoruz. Başkalarından olma çocuklarıyla kurdukları ailenin derme çatmalığını eleştirirken yazar biraz da günümüz aile sorunlarına da eğiliyor.

Giriş kısmında Florida’daki bölümde birçok karakter karşımıza çıkıyor Pilar’ın ablaları, onların sevgililerini tanıyoruz. Miles’ın Pilar’ın ailesiyle olan ilişkisi gözler önüne seriliyor. Bu arada Miles’ın beyzbol tutukusu da uzun uzun yer buluyor romanda. Miles’ın aile ile ilişki karşılıklı çıkarlar doğrultusunda ilerlerken, Miles’ın hapis korkusu nedeniyle Brooklyn’e kaçışı ile son buluyor diyebiliriz. Pilar 18 yaşını doldurana kadar ondan uzaklaşmak zorunda kalıyor, ailesinin New York’ta yaşamasına rağmen tercihini geçmişle tek bağlantısı olan Bing ve arkadaşlarının yine ABD’nin meşhur ekonomik krizinde devletin eline geçmiş evlerden birini işgal etme projelerinden yana kullanıyor. Zaten başka şansı da yok çünkü henüz eve dönmeye hazır değil.

Bu aşamadan sonra kitap farklı bir tarza yelken açıyor diyebiliriz. Merak etmeyin size kitabı anlatıp okumanın sihrini bozmayacağım. Ancak New York’a girişle birlikte hepsini ayrı birer romanın ana kahramanı olacak şekilde tanıyacağımız yeni karakterler doğuyor. Olay örgüsü kahramanların hayatları arasına sıkışıp kalmış bir roman ile karşı karşıya geliyoruz. Yazarın sanırım New York’taki hayatla benzerlik taşıyan bu tarzı, dünyanın en büyük “metropolü” denilebilecek bir şehirde yaşayan insanların geçmişle ve benlikleriyle ilgili sıkıntılarını dile getirmeyi de unutmuyor.

Miles’ın ev arkadaşları Bing, Alice ve Ellie hakkında bilinmedik tek bir nokta kalmazken karakterler sanki bir klasik roman gibi ele alınıyor. Bu aşamada Alice benim ilgimi çekenler arasında, o da benim gibi doktora tezini yazmakta. Tezinin konusu Amerika’daki kadın erkek ilişkileri, özellikle savaş sonrası ilişkileri inceliyor. Bu tez için William Wyler’ın 1946’da çektiği “Hayatımızın En Güzel Yılları” isimli film ile ilgili çok önemli bilgiler veriyor. 92. sayfaya geldiğimizde Paul Auster’ın diğer birçok kitabında da bahsetmeden geçmediği engin sinema bilgisiyle karşılaşıyoruz. İlerleyen birçok sayfada uzun uzun filmle ilgili görüşlerini okuyoruz. İnsan filmi izlemeden duramaz artık. Filmle ilgili karakterlerin ağzından değişik bakış açıları görüyoruz. Paul Auster filmi beğenmiş mi yoksa beğenmemiş mi tam anlayamıyoruz, ancak tarafsız bir şekilde eleştirdiği kesin. Yazar, film’de II. Dünya Savaşı sonrası eve dönen askerlerin bunalımları, savaş dışı hayata alışmaya çalışmaları ve çeşitli güçlerin bu askerlere “Amerika’da her şey yolundadır” baskısını kurmaya çalıştıklarını dile getiriyor.  Metin Celal beyzbol gibi filminde kitapta bu derece yer bulmasını biraz gereksiz bulsa da ben yazarın satır aralarında anlatmak istedikleriyle bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Yazdığım notlar arasında “…bu kitaptaki bütün karakterler depresyonda…”  şeklinde bir yorum bulduğum da “Amerika’da her şey yolundadır”   baskısının Amerika’da yaşayan insanlar için, aslında hiçbir şey yolunda olmadığında ne denli bir çöküş olduğunu anlamaya başladım.

Hadi maddi durumu hiç de yerinde olmayan, hayatlarını düzeltmek ve biraz da para biriktirebilmek için kredi borcundan dolayı devletin eline geçmiş terk edilmiş bir evi işgal eden Bing, Alice ve Ellie için her şey yolunda değil. Kardeşinin ölümünden kendini suçlu hissettiği için kendini yollara vurmuş, gerçek bir hayat kuramayan, eve dönemeyen, hapse girmeyi de göze alamayan Miles için her şey yolunda değil. Ama Amerika’da saygın bir yayıncı olan, iyi bir evliliği olan, sadece oğlunun eve dönmesini bekleyen Miles’ın babası Morris için neden her şey yolunda değil? Üniversitede profesör olan Miles’ın üvey annesi için, ya da iyi bir oyunculuk kariyerine sahip Miles’ın gerçek annesi için, ya da onların hayatına o veya bu şekilde girmiş, kitapta bazı yerlerde uzun uzun anlatılan onlarca karakter için neden her şey yolunda değil? İşte bu soruları kendimize sorduğumuzda filmin de kitap açısından ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz diye düşünüyorum.

Tempo dergisinin Şubat 2011’de yayınlanmış bir röportajında Paul Auster “Ne yaptığımı kendim de bilmiyorum; sadece içimden geldiği gibi yazıyorum. Yazıda müthiş bir iletişim kurma çabası var; okuyucunun zihnine kalbine girmek istiyorsunuz; onu kışkırtmak, harekete geçirmek, gözlerini açıp; belki de bugüne kadar hiç düşünmediklerini göstermek istiyorsunuz.” demiş. Son olarak ben de bu romanla kışkırtıldığımı söyleyebilirim. Metin Celal gibi ben de Paul Auster’ın çok daha iyilerini yazdığını düşünüyorum. Ama bugüne kadar hiç düşünmediklerimi göstermiş olmasaydı, doktora tezimi yazmaktansa günlerimi bu romanı incelemeye ayırıp bütün bir sabahı bu yazıyı yazmakla geçirebilir miydim? 

Esma Kütan-Mısırlıoğlu – edebiyathaber.net (16 Nisan 2011)

Yorum yapın