Eleştirel okumalar | Feridun Andaç

Aralık 18, 2012

Eleştirel okumalar | Feridun Andaç

“İyi Edebiyat”ın İzinde 

Eduardo Galeano, “iyi edebiyattan ne anlıyorsunuz” sorusuna şöyle bir yanıt vermişti yıllar önce yapılan bir söyleşisinde:

Benim için, iyi olanı, okunduğunda yaratıcılığı zincirlerinden boşaltan, imgelemi ve bilinci coşturan, kısacası etkin bir edebiyattır. Okunduğunda, insanı yineleten, onu beslemeksizin, zenginleştirmeksizin biraz olsun değiştirmeyen de ne denli iyi bir biçimde yazılırsa yazılsın kötü edebiyattır.

Yeni yayımlandığında, Elif Şafak’ın İskender romanını okumaya yöneldiğimde ilk aklıma gelen de bu olmuştu: “İyi edebiyat nedir?”

Sekizinci romanında Elif Şafak “iyi edebiyat”ın neresindeydi?

Adı ve romanı-romancılığı ekseninde koparılan fırtınalar, “çok satar”lığın getirdiği popüler imaj bir yana; günümüz edebiyatını kuşatan bir bakışı/birikimi romanıyla gündemleştirebiliyor muydu Şafak?

Asıl soru/n buydu bence!

Özellikle Aşk romanıyla “iyi edebiyat” okuru ötesindeki bir kesime de ulaşabilen Şafak, görünen o ki; İskender’le bunu pekiştirmek yolundaydı.

Bir gazete tanıtım ilanına da çıkarılan  “okur görüşleri” de şunu göstermekteydi: “Benim işim bunlarla!”

“İyi edebiyat”ın bir başka göstergesi de, yazılan bir yapıt üzerine “iyi edebiyatçılar”ın ettikleri sözlerdir. Onu karşılayan bu sözlerle yapıtın taçlandırılması çok daha önemlidir.

Buna bir örnek; Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm (1983) romanıyla edebiyat ortamımızda karşılanmasıdır. Ki, edilen sözlerle birlikte, geniş bir okur kesimine de ulaşabilmişti Tekin.

Elif Şafak, bugünün dünyasında roman yazmayı bir “proje” olarak öne alalı beri, işin seyri değişmiştir.

Üretilen bir meta olan kitap, yazarını da ardından sürüklemiştir.

Kitap nesne/nesne kitap, yazarı da bir yatırım aracına dönüştürmüştür.

Bu tartışmaya kıyısından katılan Ahmet Ümit’in, “her şeyi edebiyat için yapıyoruz” nidası da, saflık ötesi; hiç de inandırıcı gelmiyor!

Bütün bu karmaşada yol alırken, bir gün dönüp sizi edebiyatla buluşturan yazarlar/yapıtları yeniden okumaya başladığınızda, eminim ki yazdıklarınız kadar okuduklarınızı da sorgulamaya başlayacaksınızdır.

Kendi payıma, beni, bir yolculuk ânında birdenbire Nabokov ve Conrad’la buluşturan neydi, bunu sorguladım önce.

Üzerinde çalıştığım bir “tehcir” metni, daha ilk sayfalarında okurunu hüsrana uğratan Oya Baydar’ın yeni romanı O Muhteşem Hayatınız yan yana duruyordu. Yazarın buzdağının altında bildikleriyle anlatması gerekenler arasında nasıl bir ince çizgi olması gerektiğini düşündürtmüştü her ikisi de.

Ardı ardına okunan Göz ve Saydam Şeyler’den sonra, Konuş, Hafıza ile buluşunca, arayış içindeki anlatıcı Nabokov’un metinlerini ortaya çıkarma serüvenine daha yakın duruyordunuz. Onun mülteci/sürgün kimliği gezindirdiği romancı bakışını beslemiştir kuşkusuz.

Kendi öyküsünü anlatmaya dönerken de, ilkin belleğinin işaretlerine başvurur:

Hafızanın gösterdiği sapkınlıklardan en beteri şu ki, bu hafızanın hem sahibi hem de kurbanı olan ve bir otobiyografi yazmaya hiç yeltenmemesi gereken bendenizin, geriye dönük olarak, yaşıyla asrını eşit saymaya meyletmesine sebep oluyor.

Kendi öyküsünde de tanıklığın/ın diliyle konuşurken Nabokov, kurmacanın gerçekliğini elden bırakmıyor.

Bir anlatıcı olarak o öykünün labirentlerinde gezinir ve anlattığı da “kendi olmak”tan çıkar bir süre sonra.

Özyaşamsal gerçeklikle kendi arasına yerleştirdiği anlatının dili kurmacada neyin/nasıl anlatılacağını (dolayısıyla anlatılamayacağını da) bilerek yol alır.

Ben-öyküsel anlatıyı yazarın zamanına doğru izleri görmek için okumak yerine, zamanlar arası yolculukların tanıklığı gibi okumayı yeğliyorsunuz.

Nabokov, size, aynı ânda iki okuma biçimi sunar. Ama, siz, bunu yazarın algısı dışına taşır uzaktan bakarak “gerçek öykü”ye yaklaşmayı yeğlersiniz.

Romanlarında “kendi olmayı” sevmeyen Nabokov’un kendi öyküsünü anlatırken de mesafeli durması yadsıyıcı gelmiyor onun okuruna.

Biriktiren bir anlatıcının yaşamından izleri birer tablo gibi anlatması, hayatın birtakım tuhaflıklarını karşımıza çıkarması en az romanları kadar şaşırtıcı.

Değindiği gibi, kendi olma yolculuğuna tematik tasarımlarla bakar. Yeniden kurar, kurgular. Oradaki “ben” ile anlatıcı “ben”in yolculukları da zaman zaman kendi yüzleşmeleriyle buluşurlar.

Nabokov’u bir yüzleşme öyküsü olarak okurken; kitapçının rafında Joseph Conrad’ı aramıştı gözlerim.

İlle de şimdi burada dönüp okumalıydım onun Nostromo’sunu.

Çocukluk hafızam, beni yeni bir okuma yolculuğuna çıkarmıştı bir ânda: Ortaokuldaki okumalarıma rastlantıyla giren Nostromo… Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın çevirisini denize hasret bir bakışla okumuştum. Çünkü Mavi Sürgün okuma ödevimizdi.

Karasal iklimin çocuğunun denizin ve gezginliğin özlemini çekmesi boşuna değildi.

Nice sonra, 1980’lerde, bu kez Mehmet H. Doğan çevirisiyle kavuşacaktım Nostromo’ya… ve ardından Ölüm Seferi ve Karanlığın Yüreği gelecekti.

Bu kez Casus’unu çekip alıyorum raftan. Bir de Edward Said’in Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca yapıtını.

Açtığım deftere şu ilk notları düşüyorum:

Conrad’ın yapıtlarının önemli bir bölümü de dilimize çevrilmiş durumda. Dönünce bunların dökümünü çıkaracağım.

Polonya asıllı olması, kendini İngiliz edebiyatına kabul ettirmesi, denizi/deniz insanının yazması ilgimi çekmiştir hep.

Heybeliada’daki evine konuk olduğum Zeyyat Selimoğlu ile gece boyu geç saatlere dek uzun uzun Conrad’ı ve deniz anlatıcılığını konuşmuştuk. Hüseyin Rahmi ve onun adadaki yaşamı da gelip yansımıştı bu söyleşmemize…

Conrad, beni, bir kez daha yazar/yazarın konusu üzerine düşündürttü.

1920’de Casus’a yazdığı “önsöz” bu anlamda bilgilendirici, hatta uyarıcı!

Edward Said’in bakışı/yorumu/çözümlemesinde Conrad’la yol almaksa zenginleştirici geldi bana.

Yolculuktan döndüğümde Oya Baydar’ın romanını okumaya koyulunca; diğer yandan da roman üzerine söyleşilerinde ettiği sözlere göz atmıştım. Romanını açıklama girişimi çok yabanıl geldi bana. Yazarın konusunun çıkış noktasını kendinde saklı tutması, romanla okurunun arasına girmemesi gerektiğini öğreten Nabokov ile Conrad’ın günümüz romancılarına çok sözü olduğunu düşünüyorum.

Okuma önerileri:

*Edward Said; Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca , Çev.: Ferit Burak Aydar, 2010, Agora Kitaplığı,  255 s.

*Joseph Conrad; Casus, Çev.: Ünal Aytür, 2009, T. İş Bankası Kültür Yay., 309 s.

*E. M. Forster; Roman Sanatı, Çev.: Ünal Aytür, 2001, Adam Yay., 228 s.

Bellek kutusu: 

”Hiç kimse kaybolmuşluğun ve yönelimsizliğin kaderini Conrad’dan daha iyi anlatamamıştır ve hiç kimse bu koşulu düzenlemeler ve uyum sağlama girişimleriyle değiştirme çabasına onun kadar ironik yaklaşmamıştır” Edward Said

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (18 Aralık 2012)

[email protected]

Tüm yazıları >>>

Yorum yapın