Eleştirel okumalar | Feridun Andaç

Temmuz 2, 2013

Eleştirel okumalar | Feridun Andaç

Kendi öykünü anlatabilmek…

Gazeteci Serdar Akinan’ın Sahi Beni Neden Almadılar? kitabını okurken gözlediğim şu: Bizdeki gazeteciler bilgi/belge biriktirmiyor, düzenli bir arşiv çalışmaları olmadığından bunları yazacakları/yazdıkları kitaplarına yansıtmanın ne denli önemli olduğunun pek farkında değiller!

Akinan, “Medyanın Hakikatle İmtihanı” altbaşlığını vererek yazılı  basından medyaya geçiş sürecini içeren  öyküsünü anlatırken tanıklıklarının özetini yapmış.  Üstelik satırbaşlarıyla…

Dönemine tanıklık edebilen bir gazetecinin öyküsü tanıklıklarını bütün yanlarıyla yansıttığında önem/değer kazanır. Ötesi, saman alevi! Evet, birer değini… Satırbaşlarında bir hayatın kesitleri… “Bakın, bana da neler oldu” dercesine üstelik! Oysa Akinan, ötesine geçip kendi öyküsünü yaşanan zamanın tanıklığıyla çok daha kalıcı kılabilirdi.

Akinan’ın aceleye getirip yazdığı kitabına yansıyan dönemlere bakınca, şu geliyor insanın aklına: Mesleğinde tutunmak ya da çok para kazanmak için oradan oraya savrulmuş hırslı bir gazeteci profili çıkıyor ortaya. “En ilk olanı ben yapayım,” düşüncesi onu önemli tanıklıklara sürüklüyor. O alanlarda birçok şeyi de göze alıp kotarıyor üstelik. Ama iş yazıya, bilgi ve belgeye gelince Akinan, ne yazık ki sınıfta kalıyor!

Yazdıklarının arkasında yazamadıklarını görüyoruz, evet. Ama gelin görün ki bu özet yaşam-tanıklıklar ekseninde dile getirilenlerin hiçbir derinliği, yoğunluğu, ileride birilerine kaynak/referans olabilecek bilgileri içermemesi büyük eksiklik.

Gazetecilerimizin önemli bir bölümü yazı yazmayı, anlatı tasarlayıp kitap kurmayı bilmiyor. “Ben yazdım oldu,” anlayışı egemen. Dahası kendi alanında ne yazması gerektiğini pek düşünüp tasarlamıyorlar. Ayrıca dünyayı, literatürü okuma bilgileri eksik. En önemlisi de biriktirmiyorlar. Zamanla yarışarak hemen ortaya bir şey çıkarmak yetiyor onlara. Bu oluşuma “yeni gazeteci” tipi de diyebiliriz.

Robert Fisk, benim gözde gazetecilerimdendir. Bir Veronica Guerin, bir Anna Stepanovna Politkovskaya da öyle…

Bizde, Celal Başlangıç bir ölçüde Fisk’in yolundan gitmeye adım atmıştı, sonra vazgeçti. Ruşen Çakır’ı  da anabilirim burada.  Örneğin, Cengiz Çandar alan/bölge gazetecisi olabilecekken “beyaz yakalı gazeteci”liği seçerek kendisine “diplomat analizci” edasını verdi. Yaşadığımız coğrafya, toplumsal ve siyasal iklim Robert Fisk’vari gazetecileri daha çok çıkarabilecekken popülerliğin cazibesi, korku, vb. etmenler bu alanı kıraçlaştırmıştır. Şu da en belirgin durum: İlle de bir köşe yazarı olmak! Oysa gazeteci gazetecidir. Bunun köşe özeni, yazar olmak ya da roman yazmak için bir sıçrama tahtası olmasını anlamış değilim. Gazeteciliği gazeteci gibi yaparsın, yolunu/yönünü çizer orada ilerlersin. Ödünsüzsündür. Yaptıklarına bakarsın, güncül ayak oyunları, siyasi manevraları umursamazsın…

Akinan, başlama noktasındaki heyecanıyla oralara gidecekken başka yollara sapıyor… Çoğunlukla da gazeteciliğini ıskalıyor. Safdışı olmasında bunun payı var. Kitabının satır aralarında okuduğum bu.

Akinan’ın kendi öyküsünde gözlediğim, endisinin de sıklıkla yinelediği, “benim vicdan coğrafyam dediğim bir atlasın kalbinde” yer alan bölge, onun kendini konumlandırıp gazetecilikte uzmanlaşabileceği bir bölgeyken ne yazık ki o, yaşama tutunma/ilerleme kaygılarıyla birçok şeyi teğet geçiyor!

Bir tür medya hastalığı…

Vahim bir durum, bence! Hatta sindirememişlik… Tepelerde gezinme sanrısı!

Akinan, kendisinin neden/niçin/nasıl tasfiye edildiğini anlatırken de takındığı tutum “dedim –dedi” düzeyinde… Açıp anlatan, gösteren, geleceğe belge-bilgi bırakan bir ufuk genişliği yok.

Doğrusu, Akinan’ ın kitabını okurken çok şey bulabilmeyi bekledim. Ama baştan sona değinilerden oluşan bir “medya öyküsü” yazmış. Söyledikleri doğru, inandırıcı olabilir. Gelin görün ki bir gazeteciden biz kalıcı/etkili tanıklıklar isteriz. Çünkü bu tarz gazetecilik tarihsel misyon üstlenmeyi kaçınılmaz kılar.

Fisk’in her bir satırını, her bir kitabını önemseten de budur. Kendi kişisel tarihi, oradaki dramı ya da sevinci, öfkesi ya da umudu, aldanışı veya ihanete uğrayışı işte o zaman anlam ve değer kazanır. Ötesi yakınma, “kadrimi bilemediler” sızlanmasıdır.

Bizdeki gazetecilerin yaşantılarına, gazetecilik serüvenlerine baktığımızda çoğunun içlerinde edebiyatçı olmak, roman yazmak gibi bir aslan yatmaktadır. Hatta diyebilirim ki köşe yazarlığına geçme nedenleri budur. Ötesi, asıl mesleklerini yapıp orada muhalif duruşlarıyla, toplumun vicdanı olma bakışlarıyla birçok şeyi göze alma öykülerine pek rastlamayız.

Kendi payıma, Akinan’ın bu kitabında sözünü ettiği o romanı yazmayı bir yana bırakıp, tanıklıklarının ona verdiği misyonu da gözeterek o yaşadığı Ortadoğu süreçlerine dönük daha kalıcı kitaplar yazmasını öneririm. Örneğin; Suriye, Lübnan… Ve gidip belgeselini yapma cesaretini gösterdiği PKK ve Kürtler üzerine oturup özgün kitaplar yazmalı. Bu tür sızlanmaları da bırakmalı. Buna benzer şeyler muhalif gazetecinin/yazarın başına her ülkede/her dönemde az çok gelmiştir.

Yayın ve edebiyat dünyasındaki tanıklıklarımı, başıma gelenleri, kendi öykümü bu tür sızlanmalarla yazmayı hiç mi hiç düşünmedim. “Daha iyi ne yapabilirim”e baktım. Düşmanlarımızı sevindirmemenin tek yolu da sanırım budur sevgili kardeşim Serdar Akinan. Kalıcı olanlar da iyi şeyler yapıp etmektir…

Başkalarının acılarına bakan birinin kendi küçük acılarını bir kitaba konu edinmesini de çok doğru bulmam. Bırak senin yaptıklarını başkaları görsün, görülemiyorsa da sızlanmanın bir anlamı yok.

Canetti, 1931’de yazıp tamamladığı Körleşme romanını okuması için Thomas Mann’a gönderir. Büyük bir heyecanla da düşüncelerini merak eder. O da, “okumaya zamanım yok” diyerek geri gönderir. Ama kitap olarak yayımlanıp edebiyat çevrelerinde kabul görünce okuyup övgüyle söz eder.

Galiba, iş biraz da yapıp ettiğine olan inancın; neyi/nasıl/niçin yaptığını bilmen. Canetti, birkaç yıl uzaklaşır romanından. Zamanı geldi, dercesine yayımcısını bulur. Ama bu romanını yazarken hayatındaki her şeyi durdurur adeta, yazının/edebiyatın dışında hiçbir sızıntıya yer vermez gününde gecesinde…

Yalnızca yazı değil, her iş/uğraş biraz adanmışlık ister…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (2 Temmuz 2013)

Tüm yazıları>>>

Yorum yapın