Editörünüz olabilir miyim?! | Feridun Andaç

Kasım 15, 2016

Editörünüz olabilir miyim?! | Feridun Andaç

sait-maden-fandac
Feridun Andaç ve Sait Maden.

Editör denilince, ilkin, aklıma Türkân İlen geliyor. Nedendir bilmem. 21 yaşında Cem Yayınevi’nin kapısını çaldığımda; Oğuz Akkan’ı görmek isterken, Türkân Hanım çıktı karşıma!

Masasında kitaplar, kâğıt tomarları arasında, sigarasının dumanını kederli  bir yalnızlık bulutu gibi çevresine dağıtırken karşısındaydım. Çantamdaki yazı defterlerimi çıkarıp çıkarmamakta tereddüt ediyordum.

Henüz edebiyat dergilerinin tezgâhından geçmemiş birinin, gidip günün en gözde yayınevlerinden birinin kapısını çalması “büyük cesaret”!

Çantamda “Pîr Ali: Define” romanım var, öykülerim, birkaç denemem.

Türkân Hanım, müstehzi bir bakış atıyor burnunun ucuna inmiş gözlüklerinin ardından. Sigara ağızlığına iliştirdiği yeni sigarasını yakarken, mutlu bir gülümsemeyle:

“Demek yazıyorsunuz. Ali öyle söyledi,” diyerek, masasının önündeki sandalyeye oturmamı işaret etti.

Heyecandan ölebilirim!

Yayınevinin bulunduğu binanın önünde birkaç tur attıktan sonra cesaret bulup üçüncü kata çıkıyorum. ONK Ajans’tan yönlendiriyorlar. Gençten bir adam karşılıyor beni, tam da kapının girişinde masası.

Sonradan, ilk kitabımın (Gerçekçilik Yolunda, 1989) yayıncısı olacak Ali Uğur bu. O heyecanı bana yaşatan bu yayınevine 15 yıl sonra ilk kitapla adımımı atacağım. Bunun için o kadar süre daha çalışmam gerek!

Gizli bir iş yapmışım da, bunu birine anlatmak istiyorum “utancı”, çekingenliğiyle Oğuz Akkan’la görüşmek istediğimi fısıldıyorum adeta.

“Oğuz Bey meşgul, Türkân Hanım ilgileniyor,” diyerek beni onun odasına yönlendiriyor.

Ali Uğur’a ne dediğimi hatırlamıyorum şimdi. Çantamdaki kâğıtlara, defterlere yazdıklarımda aklım. Aslında kime ne diyeceğimi  düşünerek de yayınevine yönelmedim. Ama yazdıklarımı okutmak, yayımlamaya değer olup olmadıklarını görmek istiyorum. Bunun yerinin bir yayınevi olduğunu, Cem Yayınevi’nin  yerli ve genç yazarların kitaplarını da yayımladığını, Oğuz Akkan’ı da kulağıma fısıldayan Uğur Karabulut o sıralar Emre Kitabevi’ni yeni açmış Erzurum’da. Yazdıklarımı okuyup beni yüreklendiriyor sürekli. Aralık 1974’te İstanbul’a geldiğimde, onun siparişlerini takip için Cağaloğlu’nda yayınevlerinin kapılarını arşınlıyorum: Habora, Köz, E, Tekin, Öncü, May, Cem, Tel, Sinan ilk keşfettiğim yayınevleriydi.

Türkân Hanım, heyecanımı dindirmek için bir çay söylüyor. Gözleri dizlerimin üzerinde iki elimi kavuşturup sıkıca tuttuğum kabarık çantamda.

Yüzündeki mutlu gülümseyiş bana güven ve cesaret veriyor. Gözlerimi çantama dikerek; “burada bir romanım ve öykülerim var,” diyebiliyorum ancak.

“Bırakayım, okuyun” diyemiyorum; çünkü ikinci örnek yok elimde. Öylesine hazırlıksız gelmişim. Hemen okunup bir şey söylenilecek gibi değil. Roman, pelür kâğıdına kalemle yazılmış, beş yüz sayfayı aşkın… Öyküler ve denemeler de defterlerde, iki yüz sayfaya yakın.

Gene de Türkân Hanım güven veriyor bana sözleriyle.

Defterlerimi, kâğıtlara yazdıklarımı çıkarıp önüne koymaktan vazgeçip; kısaca kendimi, yazdıklarımı anlatıyorum.

fa-tarama28
Feridun Andaç ve Hayati Asılyazıcı. Yazko Somut günleri. 1982

21 yaşın yazma tutkusunu, telaşesini bilgece bakışlarıyla anlıyor ki, şunu söylüyor bana:

“Bu heyecanınız, gelip burada bizi bulma merakınız yeterli delikanlı. Hiç acele etmeyin. Yazın gene, ama önce dergilere gidin, yazdıklarınızı orada yayınlatın. Romanınızı okurum, ama öyle hemen olmaz!”

Onun bu nefesi, verdiği kitaplar; “Bana gene uğrayın, gelin buraya, sizi önce Soyut dergisine, Sait Maden’e göndereceğim,” demesi yetmişti.

Evet, Sait Maden benim için bir “okul” olacaktı. Soyut kapanmak üzereydi, onun işliğinde hazırlanan Somut dergisinin ikinci dönemini beklemem gerekti, yani Hayati Azılyazıcı’yı. İlk yazılarım onun ellerindeydi artık. O buluşma ise apayrı bir yazı konusu.

“İyi kitap/yazar”ın yolu editörden geçer

Yönetmen Michael Grandage’ın Fırtınalı Hayatlar/Genius filminde öyküsünü anlattığı Scribner Yayınevi’nin editörü Maxwell Perkins’in karşısına ilk roman dosyasıyla çıkan Thomas Wolfe’un heyecanlı sürüklenişini izlerken bunları hatırladım ilkten.

Bir yazarı var edebilen editörün/editörlüğün ne / kim olduğunu, bence, çok iyi anlatan bir öyküdür bu. Hatta yazara giden birine “editörünüz olabilir miyim” düşüncesini verenin ne olduğunu da güzelce anlatan…

O öykünün sinemada etkileyici biçimde karşımıza çıkması ise, hem öğretici hem de düşündürücü.

Şunu peşinen söylemeliyim ki; 1974’ten beri yayın dünyasının içindeyim, ne Scnibner vari bir yayınevi ne de Maxwell gibi bir editörle karşılaştım. Ama öyle bir editör olmak isterdim.

Evet, “mutlu bilgisizlik” çağını yaşayan bir ülkede ne öyle bir yayınevi kurup yönetebilirsiniz ne de öyle bir editör olabilirsiniz.

Benim bu çağrım boşunadır, bunu biliyorum. Gene de, her şeye rağmen, bu ülkede “iyi yayıncılık” yapmaya çalışanlara önerim gidip bu filmi izlemeleri: Scnibner ile Maxwell’in öykülerine tanık olmalarıdır. Hemingway’i, F.S.Fitzgerald’ı, Thomas Wolfe’u keşfeden bir editörün nasıl bir editör olduğunu görüp gıpta etmemek ne mümkün!

Olmayacak şey değil bu elbette.

“İyi yazar”ı iyi editör ortaya çıkarır. Yayınevinin iyi olmasının yolu da buradan geçer.

Unutmayalım ki, yazarı keşfeden eleştirmen değil; iyi editör, iyi yayınevidir.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (15 Kasım 2016)

Yorum yapın