“Dünyanın Fısıltısı” | İsmail Gezgin

Ekim 7, 2015

“Dünyanın Fısıltısı” | İsmail Gezgin

ismailgezginyeniO halde nedir hakikat? Seyyar bir mecazlar,

metonomiler ve antropomorfizmler ordusu;

kısacası, poetik ve retorik açıdan yoğunlaştırılmış,

değiştirilmiş ve süslenmiş ve uzun süre

kullanıldıktan sonra insanların gözüne sağlam,

kanonik ve zorunlu görünen insan ilişkilerinin bir

toplamıdır: Hakikatler insanın tam da yanılsama

olduğunu unuttukları yanılsamalardır

Friedrich Nietzsche

Ön Not: Bu metin Ergun Kocabıyık’ın “Dünyanın Fısıltısı: Bir Mecaz Olarak Doğa Kitabı” adlı eseri üzerine kaleme alınmıştır.

Dünyada anlam verili değildir. Ve yaşamın anlamı, arayan için muammadır. Doğanın bir parçası olmaktan mustarip insan, anlamın biricik talibidir; Homo Semiotikus’tur; canlılar içinde yegane “anlamarayıcısı/imalatçısı”dır. Kendi varlığına bir mana katabilmek ve (başrolünü kendine biçeceği) hikayesini yazabilmek için, etrafını bir “semiosfer”le örmüştür. Dünyayı ölçmek amacıyla geliştirdiği tüm ölçekler için kendi bedeninden referans alan insanın, etrafına ördüğü semiosfer de bulunduğu yere, coğrafyaya, konuma göre değişmiş, dünyanın farklı bölgelerinde farklı öyküler içeren semiosferler-anlam tabakaları oluşmuştu. Gölgesinde kaldığı dünyanın farkında olmayan insan deneyimlediği karanlığa “gece” demiş, güneşin battığına hükmetmişti. Burnunun önünü görmekten bile aciz olan gözüne güvenerek, her daim dolun olan ayı, zamana bağlı olarak, hilal, yarım ay… diye tanımlamış ve dilek tutmuştu gaipten… Çünkü gördüğü bildiğiydi; zihnindekiydi, öğrendiğiydi. Çünkü keramet gözde değildi ve bakan insan kördü; bilmediğini görmeyen gözleri vardı. Bildiğine baktığında da baktığından daha büyük bir bakmadığı karanlık bırakıyordu ardında.

kanatAnlamın vatanı, yaşam coğrafyası dildir; anlamlandırılan ve anlamlandıranın konumuna göre dilde varlık kazanır. Çünkü dil dışında bir anlam yoktur. Bilgin Saydam Homo Sapiens Sapiens’i “Bildiğini Bilen İnsan” diye tanımlar. Ve insanın vakıf olduğu, farkına vardığı bu bilgi ölüm bilgisidir; bu karanlık son, onun karnındaki melankolik göbek sancısının kaynağıdır. İnsanın anlamda diretmesi, yaptığı yolculuğun karanlığına gözlerini alıştırmak için. Doğanın bir parçası olarak manasız başladığı bu yaşam sürecinde, özne olmak, her şeyin merkezine kendisini koyabilmek, varlık dünyasının nedeni olarak kendini gösterebilmek insanın doyumsuz doğasını da inşa etti. Her şey onun içindi ve referansı gökseldi. Her şeyi bilmek, bilincine aktarmak isteyen bu anlam hayvanı, kendi gözbebeklerinden baktığı doğayı kendini görebileceği bir aynaya döndürmüş, göklere yakıştırdığı “görüntüsünü” baktığı her yerde görme arzusuna kapılmıştı. Oysa bilmediği, bilmezden geldiği şey herkesin kendi hikayesinin öznesi oluşuydu. Ve insan sadece kendi yazdığı hikayede başroldeydi.

Gözünden fırlattığı bakışlarıyla, zihnindeki resmi gördüğüne yükleyen insan, kısa yaşam deneyiminden devşirdiği anlamları, öyküleri nakşettiği bir metin yazıyordu. Çünkü, doğa, doğa değildi. Dünya da dünya değildi. Kedi’nin kedi olmadığı gibi… Doğa ve dünya insanın dille ve dilde inşa ettiği bir insanî anlam metniydi. 4 milyon yıldır bu metinle uğraşan insan, ses ses, harf harf, kelimeler ve cümleleri ardı ardına, üst üste getirerek , doğa-dünya metnini yazmıştı. Doğa veya dünya dediği, insanın kendi fani yaşamındaki deneyiminden devşirdiği anlamlar bütünüydü. Ve yaşam, bu dünya semiosferinde insanın nalıncı keseri gibi kendine yonttuğu senaryo, öykü, metindi…

Dünya insani bir metinden oluşuyorsa eğer yaşam denilen mefhum bu metnin okunmasından başka bir şey değildir. İnsanın tüm tarihi boyunca biriktirdiği anlam bütünü, dünyanın, doğanın ve yaşamın anlam metnini oluşturur. Şu halde kolektif ve süreçsel biçimde inşa edilen bu dünyanın içine doğmuş her insanın ve elbette her toplumun bir “okuma sorunu” bulunmaktadır. Anlam oluştururken yaşanan her problem, anlamın içine doğan her okurun da problemidir. Bulunulan konum, iklim, coğrafya, zaman, okuyanın birikimi, deneyimi, kültürü okuma eylemini değişken kılan faktörlerdir. Ve elbette en büyük problem okurun okuduğu ve anladığı, yazarın yazdığı metin olup olmadığıdır. Okunan metin, yazarın yazdığı metin midir? Anlam bu denli değişkenken okur gerçekten yazarın yazdığını mı okumaktadır? Geçerlilik ve güvenilirlik testi imkansızdır. Çünkü Foucault’nun dediği gibi en büyük sorun artık yazarın ölü olmasıdır.

Peki dünyanın, yaşamın kendine içkin bir manası, söyleyeceği bir sözü, kulağımıza ileteceği anlam yüklü bir fısıltısı var mıdır? İnsanın duyduğu, kendi anlamını yüklenmiş olan kendi sesi midir? Dünya insana ne söyler?

Ergun Kocabıyık’ın yazdığı ve Boğaziçi Üniversitesi Yayınları tarafından basılan Dünyanın Fısıltısı, doğanın, dünyanın, yaşamın fısıltısının sesi olmuş, insanın en kadim problemine ışık tutmuş, insanın inşa ettiği mana dünyasının tercümanı olmuştur.

İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (7 Ekim 2015)

Yorum yapın