Dolmakalemle yazarken | Feridun Andaç

Haziran 11, 2019

Dolmakalemle yazarken | Feridun Andaç

Kalemin bir çağrısı olmalı benim için. Yaşadığımız zamanın tınısına eş bir duygu ve düşün taşıyıcısı olarak görürüm çünkü kalemi. Her gün dokunduğum, taşıyıp düş ve düşüncelerimin kâğıda aktarılmasında araç kıldığım kalemim benim altıncı duyu organımdır. Onunla düşünür, okur yazarım; yaşarım da… Kalemsiz bir hayat sönük siliktir benim gözümde.

Yeni yaşdönümümde kendimi sokaklara bırakmıştım. Yazın sıcağı çok da adımlamama elvermeyince, serin bir yer arayışıyla, yeni açılmış bir AVM’de buldum kendimi.

Daha merdivenin ucunda beni karşılayan bir vitrine yaklaşınca, eski bir dostumla karşılaşmışçasına sevindim: bir dolmakalem mağazası!

Floransa sokaklarına döndüm bir ân’da. Arno Nehri’nin kıyısında dar bir yolda yürürken yağmura tutulmuştum. Gözlerim bir mekân arayışındaydı. Bir sahaf, bir kitabevi çıkabilirdi her ân karşıma. Ama daha ilk adımda bir kalem dükkânıyla yüz yüzeydim! Gözleri alan o küçük vitrindeki renk cümbüşü yağmuru da ıslaklığımı da unutturmuştu bana.

“Visconti” ile ilk karşılaşmam buradaydı.

Büyülü bir dünyaydı o küçük dükkân…

Dokunduğum her dolmakalem renk alaşımıyla gözlerimi alıyordu.

İki dolmakalem seçtim, gövdesi sedef, ışığın yansılarıyla yalımlanıyordu. Akdeniz mavisi ve bordonun ebruli görünümü, kalemin konik ucunun büyülü kıvrımı…hemen mürekkeple buluşturup kâğıda ilk sözcükleri yazma heyecanımı depreştirmesi… kalemcinin göz ucuyla beni izleyerek; “O zaman bunu defterimize yazmalısınız mösyö,” demesine şaşırmamış, sevinmiştim üstelik.

Öyle ya yazı bizi kalıcı yolculuklara çıkarıyordu.

Yazan birine bir defter bir kalem yetebiliyordu bir dünya yaratmak için.

Yazıdan öncedir benim çizgiye düşkünlüğüm. Kalemi ilk elime aldığım günü hatırlayamam ama kalemle yolculuğumun başlama noktası hep belleğimdedir.

Camaltı resimleri çizen, şiirler yazan; hatta doğduğu köyün camisinin iç bezemelerini yapıp, hatlı yazılarını yazarken de beni yanında çırak tutan babamla geçirdiğimiz o yazı hiç unutamam.

Çalıştığı bankadan yıllık iznini, bunu yapacağı zamana denk getirerek almıştı. “İnsan doğduğu yere bir şey yapmalı, iz bırakmalı orada; yalnızca mezar taşlarıyla hatırlanmamalı,” demişti. Kalemlerini, fırçalarını, boyalarını çantasından çıkarıp portatif tezgâhına istif ederken hem anlatıyor hem de bana bu işlerin nasıl yapılması gerektiğini gösteriyordu. Dokunduğum kalemleri büyülü gelirdi bana. Siyah yeşil dolmakalemi, uçları çakıyla sivriltilmiş kurşunkalemleri, farklı boyutlardaki fırçaları, şablonlar, çıkarılmış yazı/hat kalıpları bir oyun dünyası gibiydi benim için.

Yazıyı ve resmi bir oyun, düş oyunu gibi algılamıştım. Bunun içimde hep böyle sürmesini de kalemlere borçluyumdur.

Cumhuriyet’in 50. yılında Türkiye konulu bir resim yarışmasında birincilik alan resmimi hatırlıyorum şimdi. Eskizleri, çizim notları dosyamdadır hâlen. Birçok kalem ucuyla çizilmiş eskizde yıkılanla kurulan dünyanın öyküsünü resmetmiştim.

Kalemin ucuyla düşünmeyi öğrendiğimi söyleyebilirim. Kâğıda dokunan her uç bir insan yüzüne, onun öyküsüne götürür beni; bir mekânı/yeri hatırlatır. Zamaniçi/zamandışı yolculuklara çıkarım bir ânda. Esin denen şeyin aurasını yakalarım o buluşmada çıkan hışırtılı sesle…

İşte o zaman anlarım kalemin neden altıncı duyu organım olduğunu.

Floransa’da “Arzen’de Zaman” romanımın ilk notlarını “Visconti”yle yazmaya başlamıştım.

İki anlatı zamanı vardı.

İki dolmakalemimdeki iki farklı renk mürekkeple o zamanların dilini kurmaya vermiştim kendimi.

Kalem zaman ayarıdır, bellektir; hatırlayan, buluşturan, taşıyandır. Kimi kez de bir oyunun başkahramanıdır yazar için!

Nice yazımı, kitabımı Faber Castell’in kalemleriyle yazdım. Montblanc’ımı mektuplarda, Waterman’ımı günlüklerimde, Cross’umu gün içi notlarımda sıklıkla kullanırım.

Kullanmadığım, kâğıtla buluşturmadığım kalemi kalemim sayamam. Dizim dizim dizsem de, özel kutularda, çekmecelerimde, kendi özel kalem dolabımda saklı tutsam da kalemlerimi sık sık günışığına çıkarıp bunlarla yazmayı severim. Bilirim ki bir defter ve bir kalemdir benim dünyam, beni yeryüzü yolculuklarına çıkaran…

Mola verdiğim AVM’de karşıma çıkan “Visconti”nin Türkiye’deki bu ilk dolmakalem mağazasını bir “kalemevi” gibi gördüm demeliyim! Dilerim ardı gelir, çoğalır bu tür mağazalar. Ve anlarım ki o zaman Türkiye gerçekten yazan bir toplum olmaya doğru adım atmış, kaleme sahip çıkma bilincine erişmiştir sevgili okurum.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (11 Haziran 2019)

Yorum yapın