Divanımdaki erkekler | Gönül Kıvılcım

Aralık 21, 2013

Divanımdaki erkekler | Gönül Kıvılcım

gonulkÖnce küçük bir tespit.  Bizden önceki kuşağın kadınlarından “divanlarına oturan erkekleri” saymalarını istesek epey alçakgönüllü sayılar çıkar karşımıza. Annnelerimiz için divan kutsaldır, bir erkek oturur oraya. Eğer ölürse belki bir tane daha. Ama o kadar.

Divanlarımıza oturan, yani kibarca söylersek, salonlarımızdan geçen erkeklerin sayısı çoğalıyor ama onların gerçekten ne istediğini biliyor muyuz?

Bir insan ne ister, ne talep eder hayattan?

Bir erkeği ya da kadını tanımanın bedeli nelerdir?

Klinik psikolog Dr. Brandy’nin erkek hastalarının hikâyelerine odaklanarak yazdığı “Divanımdaki Erkekler” (Ayrıntı Yayınları, 2013) çoğumuzun er ya da geç gelip tosladığı bir duvara dair hafıza tazelememize yardımcı oluyor. Erkekler  ve kadınlar arasındaki duvarlar bunlar.

Hafıza tazelerken işin bir bayağı, bir edebi yanı var elbette. Brandy’nin kız arkadaşını otomatiğe bağlanmış bir modda aldatan hastası için sarf ettiği “elinden gelse barlardan eve getirdiği kadınların içini doldurup duvara asabilirdi” türünden acımasız tespitlerinin yanına, modern ilişkiler buhranını yaşayan herkes bir benzerini istifleyebilir.

Anlamıyorum nedir bu skor derdi, adam neredeyse ölümünden sonra da kadınları avlamaya devam edecek, gibi.

Erkekler öyle keskin itiraflarla öyle çırılçıplak kalıyor ki kitabın sayfaları boyunca, bunların yanına okur da çağrışımlar zinciriyle hayatından bir şeyler katacaktır muhakkak.

Kitabın bir de dürüst tarafı var: anlatıcının, erkeklerin hikâyelerine paralel olarak kendi hikâyesini de sofraya koyması, yani bizle paylaşması. Dr Brandy’nin en az hastalarınınki kadar karmaşık özel hayatı, kitaba romanımsı bir kurgu veriyor.

Seyrettiğim başarılı bir diziyi hatırlattı kitap bu yanıyla. “In Treatment”. Gabriel Byrne’ün mükemmel oyunculuğuyla buluşan zeki Divanimdaki-Erkekler_170372_1senaryonun çatısı yaklaşık olarak şöyleydi: ellilerindeki yakışıklı terapistin çıkmaz sokağa girdiklerini düşündükleri için kapısını aşındıran hastaları, terapist Paul Weston’un kendi sorunları ve bütün seansların sonunda, onun da diğer bir terapiste, yaşananlara ve karısıyla çözümsüz sorunlara dair açılımı.

Hikâye içinde hikâye içinde... Hayatın özeti tam da böyle bir şey değil mi?

Şimdi gelelim kitabın sıraladığı vakaları okumanın hayatımdaki deneylerden de faydalanarak daha önce şekillendirdiğim ve unuttuğum bir düşünceyi geri çağırmasına: Tutkunun gemisiyle denize açılmak isterken hikâyesizleşen erkekler ve kadınlar. Sığ sularda boğuşan, sonunda gemiyi karaya oturtan. Kitapta bunlardan bolca var.

Yazarken çağın ruhuyla ilgilenen biri olarak bu ‘hikâyesizleşmek sorunu’ beni yakından ilgilendiriyor. Aşk, hikâyesi olduğu için acıtır canımızı. Aşık olamıyorum diyerek terapiste koşan David kitabın en can yakıcı ‘hikâyesini’ anlatıyor aslında. Yani hikâyesizliği. Çağın sorunudur belki de. Yaşadıklarımızı çabuk tüketmek. Çabuk acıkmak ve tekrar tüketmek. Seansların arasına bir iki hazır yiyecek daha serpiştirmek. Hızın hazzı kamçıladığını sanırken, hazzın içinin boşaldığını fark ederek irkilmek. Kadınlar yerine mastürbasyonu tercih etmek.

“Şu anda bir kadınla ciddi bir ilişki yaşamak istemiyorum,” diyor Michael. Bu cümleyi erkeklerden duymak için terapist olmaya gerek yok malum. Peki insanlar neden paldur küldür hikâyesiz ilişkilerin içine yuvarlanıyor? Ya da egolarımız neden bu kadar yaralı? Bir merdivenden yavaş yavaş inercesine yaklaşıyoruz o kaçınılmaz noktaya.

İlişkiye giremediklerimiz sadece kadınlar ve erkekler mi acaba? Haftalarca süren yolculuklardan sonra kapımıza gelen ve postayla gönderilmiş mektuplarla girdiğimiz “ilişki” elektronik ortamda okuduğumuz bir mektupla kurduğumuz ilişkiye benzer mi? Seyahatla kurduğumuz ilişki, otobüsle çıkılan yorucu ama hikâyelerle dolu bir yolculuğu uçakla gerçekleştirilen süper hızlı bir yolculukla karşılaştırdığımızda aynı olabilir mi? Tipexle yazı hatalarını düzelttiğimiz günlerde yazmak meşakkatliydi ama yaptıklarımızın bir izi vardı.  Bilgisayar hayatı kolaylaştırırken, İngilizlerin deyişiyle, suyla birlikte bebeği de mi dışarı atıyoruz acaba?

“Lalenin zevkteki yeri kayboldu. O artık hiçbir şeyin sembolü değildir. Ne şair onun renginde sevgilisinin yanağını hatırlıyor, ne nakkaş çiniye, mermere onun birlik işaretini geçirmeye çalışıyor… Lale şimdi zevk dediğimiz terkibin dışında, arkasından tanrısı çekilmiş herhangi bir şekil gibi sadece bir çiçek olarak mevcuttur.” diyor üstat. (Tanpınar, Yaşadığım Gibi)

Seks de arkasından tanrısı yani hikâye çekildiğinde hayatımızda tuttuğu yeri kaybetmeye, özelliğini kaybetmiş bir çiçek gibi boynu bükük dolaşmaya aday galiba. Kimbilir, ilişkiler evrime uğruyordur, bir gün önümüze konan bir makineye istediğimiz insanın özelliklerini girdiğimizde kendine güvenen, her şeyden önce kendini aldatmayan, sonra da sevgilisini aldatmayacak ideal partner oradan önümüze fırlayacaktır. Ve bizler hayatımızı kolaylaştıran teknik gelişmelerin hikâyeyi kapı dışarı etmesine bir gün aldırmıyor hale geleceğizdir.

Ya da korkuya teslim olmayacak, risk alacak ve kırmızı başlıklı kızları yiyen kurtların, çocukların başlarını fırına sokan cadıların hikâyesini okumaya devam edeceğiz. Çünkü bütün hikâyeler, Brandy’nin hastalarının da ölesiye korktuğu o hiçlikten daha iyidir.

Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (21 Aralık 2013)

Yorum yapın