Deniz Poyraz: “Mahalle, memleketin mikrokozmosu bana kalırsa.”

Mart 16, 2018

Deniz Poyraz: “Mahalle, memleketin mikrokozmosu bana kalırsa.”

Söyleşi: Osman Palabıyık

Dumanlı öyküler, aşkın ve yenilginin gürültüsü, bir bardak su… Deniz Poyraz ile ilk kitabı  “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler” üzerine konuştuk.

Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler’in okuyanın kafasına ağır taşlar düşüren bir atmosferi var. Yazım süreci senin için nasıl geçti?

Okuduğum metinler üstüne düşünmek ve onlarda bulduğum güç kuvvet, beni doğal bir biçimde yazmaya itti diyebilirim. Ayrıca, bahsettiğin o taşları okurla paylaşırsam belki yüküm biraz hafifler diye de düşündüm.

Yazma eylemi için mühendislik eğitimini bıraktın ve başka bir alana yöneldin. Sanat tarihi okumanın özellikle kitap bazında faydaları oldu mu?

Salt bu sebeple bıraktığımı söylersem biraz ucuz kahramanlık gibi duracak. Mimarlık, mühendislik gibi nümerik düşünme gerektiren meslekleri hâlihazırda sürdürmekte olan çok kıymetli yazarlar, şairler, çağdaş sanatçılar ve sinemacılar var. Mühendislik eğitiminin kişinin muhakeme yeteneğini geliştirmede yadsınamaz bir katkısı var bana kalırsa. Benim mühendisliği bırakmam, bunu bir meslek olarak tercih etmememle alakalı idi. Sanat tarihi ise sosyal bilimlerin her alanına dokunan, diğer disiplinlerden başka bir noktada durduğunu düşündüğüm bir alandı. Elbette faydası oldu… O güne kadar parça parça bildiğim ne varsa hepsini temellendirdi, birleştirdi.

Öykülerin geneline baktığımda daha çok çıkış noktası bir “mahalleye ait olma” gibi gördüm. Mahalle sende neyi simgeliyor?

Mahalle, memleketin mikrokozmosu bana kalırsa. Toplumun her kademesine işleyen ve uzun vadede hâkim olan birtakım düşüncelerin, reflekslerin, alışkanlıkların, önyargıların filizlendiği yer; “herkesin bildiği sırların” suç ortaklığı yapılıp saklandığı mekân. Hangi kültürelekonomik sınıfa mensup insanları barındırırsa barındırsın hep geleneksel, her zaman tutucu… Eski kodların hüküm sürdüğü kapalı bir yapı. Bu ülkede büyümüş ve sıradan bir hayat sürmüşseniz, mahalle bir şekilde hayatınızın içinde var oluyor.

Ülkemizde genele baktığımızda mahalle ve sokak konsepti bazı mahalleleri saymazsak yitirildi doğrusu, bu konsepte yetişememiş insanların tepkisi nasıl oldu?

Bilhassa büyük kentlerde hızlı bir dönüşüm söz konusu. Ucuzluk marketlerinin “bakkal” rolünü üstlenmesinden sonra üçüncü nesil kahvecilerin de “kıraathane” rolüne soyunması, ilk bakışta fark edilen durum. Fakat bu dönüşümü dayatan sermaye, o yerelin dokusundan beslenmek, buradan bir değer üretmek gibi bir tavır geliştirdi son yıllarda. Küresel markalar bile satış yaptıkları bölgelerin geleneksel taraflarını, alışkanlıklarını gözeterek hareket ediyor. Mahalle konsepti yitirilmişti, şimdi ise ambalajlanmış biçimde, üstelik “organik” ibaresiyle geri dönüyor. Bu kültürde yetişen insanların tepkisini de ilerleyen yıllarda göreceğiz galiba.

Mahalleden çıkıp kitabın içlerine doğru ilerleyecek olursak, yaşam deneyimlerin öykülerin konusuna etki etti mi?

Etmediğini söylemek zor tabii; ama bu ne kadar önemli bilemiyorum. Yazarın yaşanmışlığı, hayatın ona getirdikleri belli bir noktaya kadar etki eder. Bunlar eğer yazıya dönüşürse, iyi veya kötü, sadece edebiyata ait olur. Kimsenin yaşanmışlığı başlı başına edebiyat değil bence. Bir deneyime edebî değer katan o malzemeyi işlemeyi başarabilmiş yazardır, diye düşünüyorum. Bu noktada Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı adlı eserini anmak isterim.

Aynı zamanda öykülerin kurgusu da okuru içine çekiyor, okurun bakış açısını değiştiren darbe son cümlelere gizlenmiş genelde. Gelecek öykülerinde de bu devam edecek mi?

Bu durum sansasyonel finaller yaratmaya çalışmaktan öte Julio Cortazar’ın ifadesiyle anlamlı bir olay ya da görünüm bulmak ve tüm yapıyı ona hizmet edecek biçimde inşa etmekten geçiyor. Bu, becerebildiğim takdirde böyle devam edecek…

Her öykünün içerisinde farklı bir mücadele ortamı var; eşe karşı, iş arkadaşlarına/ patrona karşı ya da yaşama karşı. Kısacası insanın iktidarlara karşı. Bu mücadele bir gün biter mi dersin?

Hem bireysel hem toplumsal anlamda birçok “hastalığın” taşıyıcısıyız. Şimdilik bu böyle. Umuyorum düzeleceğiz. Soruna cevap vermem gerekirse: Evet, her türlü iktidar ilişkisinin çözülüp ortadan kalktığı, sınıf kavramının olmadığı bir dünyaya tüm kalbimle inanıyorum.

Bu mücadeleleri verenler biraz daha hayata karşı beli bükülen, hissizleşen, ötekileştirilen, çaresizleşen ya da yalnızlaşan insanlar öykülerinde. Toplum yapımızda “arabesk” bir anlayış olduğunu düşünüyor musun?

Arabesk bir toplumuz, doğru. Sorunları tespit edip çözmektense bunları yüceltmeyi, kutsamayı, saplantı hâline getirmeyi seçiyoruz. Hem kişisel ilişkilerde hem de kendimizle olan ilişkimizde. Evrendeki varlığımızı sorunlarımızın büyüklüğünden hareketle ifade etmeye meyilli bir ruh hâlimiz var.

Öykülerin geçtiği ortam itibariyle sert bir dili var ve otosansür uygulamamışsın. Gerçekliği yansıtması bakımından okuru bu noktada çok iyi yakaladığını düşünüyorum. Otosansür uygulamamak için özellikle bir çaban oldu mu?

Kullandığım dil genellikle içgüdüseldir ve metnin akışına, ritmine, müziğine uyduğu sürece benim için sorun yok bu anlamda. Kocasıyla kavga eden bir avukat, sokakta karşı cinse laf atan bir müteahhit, çocuğunu döven bir hemşire, arkadaşlarıyla dedikodu yapan bir kuaför, müşterisiyle pazarlık eden bir seks işçisi o an kendisine nasıl bir otosansür uyguluyorsa ben de öykülerimde o kadar uyguluyorum.

Tüm sanat dalları birbirini hem etkiliyor hem de birbirinden etkileniyor. Senin öykü dilinde bir miktar sinematografi de var. Sinemaya karşı özel bir ilgin var mı?

Bilhassa bağımsız Türkiye sinemasını takip etmeye çalışıyorum. Bize ait hikâyelerin, dertlerin beyaz perdeye yansıması, hatta bazı filmlerin uluslararası arenada da dikkat çekiyor olması harika bir şey. Üstelik Türkiye’de bağımsız bir yönetmen olarak film çekmek bunca zorken.

İleriye dönük olarak edebiyat alanında aklında neler yapmak var?

Bolca okumak, gücüm yettiğince yazmak…

Osman Palabıyık – edebiyathaber.net (16 Mart 2018)

Yorum yapın