Demet Çizmeli: “Dünyanın Ortasında’yı yazarken bir kentten ziyade insan davranışını anlamaya, insana yaklaşmaya çabaladım.”

Şubat 10, 2020

Demet Çizmeli: “Dünyanın Ortasında’yı yazarken bir kentten ziyade insan davranışını anlamaya, insana yaklaşmaya çabaladım.”

Söyleşi: Ayşe Yazar

Oyun yazarı olarak tanıdığımız Demet Çizmeli’nin dokuz öyküden oluşan ilk kitabı Alakarga Yayınları’ndan çıktı. Erzurum’un çeşitli zamanlarını konu alan öykülerin yer aldığı “Dünyanın Ortasında” üzerine konuştuk.

Kitabınızın arka kapak yazısında Füruzan sizin için “İşte bu öykü kitabı birikimli, çalışkan, yetenekli bir yazarın edebiyatımıza getirdiği yeni bir soluktur kanısındayım.” diyor. Dramatik yazarlık eğitimi almış olmanızın yazarlığınıza etkisi ne şekilde oldu?

Edebiyatımızın değerli yazarlarından Füruzan’la tanışıp dostluğunu kazanmak yaşam boyu bir onur benim için. Dünyanın Ortasında’yı yazmamın gücü Füruzan’dan aldığım büyük destek ve yazdıklarıma inancıdır. Kitabım, arka kapağındaki Füruzan yazısının onurunu hep taşıyacak. Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik Yazarlık bölümünde aldığım eğitimden dolayı ana kaynağım tiyatro oldu. Öğrencilik döneminde TRT Ankara Radyosu’nda seslendirilen oyunlarımla başlangıç yaptım. Ardından Devlet Tiyatroları repertuarına alınan ve sahnelenen oyunlarla devam ettim. Tiyatro beni insana yaklaştırırken yaşama bakışımı besledi.

“Çocukluk, insanın boğazına saplanmış bir bıçak gibidir; kolay kolay çıkmaz.’’ Wajdi Mouawadi’nin bu sözünü yazma sürecine uyarlarsak oyun yazarlığından öykü yazarlığına siz bu süreci nasıl yaşadınız?

Doğup büyüdüğüm bu yerde;   dört mevsim tanımının yer almadığı kurak yaz ve aylar süren kış tablosundan yaşamı anlamaya çalıştım.  Çocukluğum sözlü anlatı kültürünün henüz yok olmadığı son döneme rastladı. İlk hikâyecim babamdır.   Babam dedemden dinlediği doğu masallarını kendi zihninde yeniden yaratarak bize anlatmayı çok severdi. Kış gecelerinde babamdan dinlediğim masallar dünyamı zenginleştiriyordu. Yaşadığım coğrafyaya masallardan bakabiliyordum. Çocukluğumda tanıdığım ve zihnimde yer eden, duygu ve meraklarımı etkileyen kişilerle olayların etkisini de yazarken görebiliyorum.

Faruk Duman, Gürsel Korat, Hasan Ali Toptaş, Mustafa Çiftci ve sizi taşrada yaşayıp oradan beslenen yazarlar olarak görüyorum. Edebiyatta yereli anlatmayı,  yerelin kullandığınız dile ve dünyaya etkisi için neler söylersiniz.

Taşrada yaşamak; oradaki yalın ve kendi halinde bir o kadar da çelişkiler, çatışmalarla akıp giden yaşantıya içeriden daha yakından bakmayı sağlıyor.  Klasikleşmiş ve artık evrensel olan bir söz var: “Sanat yapıtları yerellikten evrenselliğe ulaşır.” Bu söz çok anlamlı. Kendi kültürünü tanıyıp anlamadan evrensel olunamaz. Çehov, Gogol, Puşkin gibi yazarların büyüklüğü de bunu kanıtlıyor.

Sizin dedenizden ninenizden dinlediğiniz zamanlardaki Erzurum’u Ahmet Hamdi Tanpınar üç kez görüp Beş Şehir’de yazmış. Bu kitapta Tanpınar “Fakat yapmasını çok iyi bilen ve seven şark muhafaza etmesini bilmez.” diyor. Bu coğrafyada geçen öykülerinizde anlattığınız mekânlarda nelerin kaybolduğunu gördünüz?

Ahmet Hamdi Tanpınar bu çağda dördüncü kez Erzurum’a gelebilseydi, kimliğini tamamen yitirmiş bir kentle karşılaşırdı. Ben de kentten ülkeye, ülkeden dünyaya bakarken kimliksizleşmiş maddenin evreninde savrulan duyarlıktan yoksun toplumları görüyorum.

Her kentin kendi lisanı olduğunu düşünüyorum. Öykülerinizde bu lisanın hârelendirdiği tatlar almak okur açısından bakıldığında farklı zamanlara yolculuk etmek gibi bir deneyim yaşatıyor. Bir kenti anlamak ve anlatmak, öykülerinizi oluşturmada nasıl yer alıyor?

Dünyanın Ortasında’yı yazarken bir kentten ziyade insan davranışını anlamaya, insana yaklaşmaya çabaladım. İnsanı baskılayan gelenekler, içe kapalı yaşam biçimini anlattığım geçmiş zamanlar geride kalmadı.

“Kuşlar, hûş ağacı, dünyanın ortasında, hekâtçı” birer motif gibi ara ara pek çok öykünüzde tekrarlanıyor. Bazı kişiler bir sonraki öyküde bir şekilde anılıyor. Bu yönüyle kitabı ayrı ayrı öykülerden oluşan bir kitap değil de parçalanmış bir zamanın yeniden bir araya getirilen parçaları olarak düşündüm. Siz neler söylersiniz bu konuda?

Böyle de yaklaşılabilir.

Öykü kişilerinize gelirsek dokuz öykünün sadece ikisinde kadın karakterler ön planda ele alınmış. Kadınlar neden daha az görünüyor?

Anlatıcı olarak kadın veya erkek öykü kişileri konumlandıkları durum ve zamanda yazılmışlardır. Bunun yanı sıra kişisel olarak öykü ya da oyun kişilerinde vurgunun cinsel kimliğe değil de kişinin toplumsal durumuna ve iç dünyasına göre düşünülmesi kanaatindeyim. Erkek ya da kadın olmaları özellikle düşünülen bir husus olmadı.

Deligücük soğukları, tütiye çiçeği, dilkeşhâveran sâlâ, Vivaldi, Ayvazovski, tedansan, herfene, Nikolai Andriomenos, rub’u tahtası, Poprişçin, kamber taşı, Kordi Miloviç, Lebon Pastanesi gibi birbirine uzak görünen unsurları öykülerinizde bir araya getirmek nasıl mümkün oldu?

Bir edebiyat metni oluşturduğunuzda onun kabul edebileceği her şeyi metne yerleştirdiyseniz ve bu metinden taşmıyorsa bir araya gelebilir diye düşünüyorum.

Öykülerin bazılarının sonunda taşın anlatıcı olarak yer aldığını görüyoruz. Taş hangi durumlarda sözü alıyor?

Taş, zamana, insana, kültüre, yaşananlara objektif bakar ve kolektif hafızanın saf halidir. Kitaba adını veren Dünyanın Ortasında adlı öykü taşın anlattığı dört öyküden oluşuyor. Taş sözü her alışında kendi serüvenini anlatırken, alt öykülerde de tanıklığına dönüyor.

Taşrada ya da küçük yerlerde bazen apaçık duran gerçekliğin nasıl bir sis perdesine büründüğünü okuduk öykülerinizde. Hatta bu tür toplumlarda linç kültürünün nasıl acımasızca işletildiğine tanıklık ettiğimiz pek çok vaka var yakın tarihimizde. “Firari” öykünüzde Pavliko’yu Faytoncu Şadi gibilerin linçine götürmeyen süreç taşrada nasıl işliyor?

Kapalı toplumlarda kolektif bilinç ve akıl, bireysel bilinç ve akıldan farklı işler. Faytoncu Şadi o kısa zaman diliminde oluşturacağı kolektif bilince güvenemedi ve diğerlerinin ne tepki vereceğini kestiremedi. Belki üstelese toplu bir linçe gidilebilirdi. Ancak, bu tip toplumlar öteki olana nefret dolu ama korkak bireyler üretirler. Kahvedekiler ise ani gelişen bu duruma karşı takınacakları tavırdan korktular.  Dolayısıyla Faytoncu Şadi sürekli diri tuttuğu kötülüğü saklama güdüsüyle Pavliko’ya olan nefretini kuytuda kusmayı tercih etti.

Taşın dilinden yazdığınız Füruzan’a ithaf ettiğiniz öyküde kentin hafızasına vurgu yapmışsınız. Aslında o binalar yaşarken de, bir zaman sonra yok olduktan sonra da tanıklıkları hep vardır. Öykünün son cümlesinde “Sesimi, sözümü duymak isteyenlere…” diyerek kimlere sesleniyorsunuz ve onlardan ne bekliyorsunuz?

Yitirdiklerimize bir çığlıktır taşın seslenişi. Toplumsal bilince bir duyarlılık çağrısı gibi düşünülebilir.

edebiyathaber.net (10 Şubat 2020)

Yorum yapın