Davranışlarımızı genlerimiz mi belirler? | İsmail Gezgin

Kasım 17, 2014

Davranışlarımızı genlerimiz mi belirler? | İsmail Gezgin

ismail-gezginİnsanın eşleşme davranışı üzerine yapılan bir araştırmada seçilen kadın ve erkek katılımcılar karşı cinsten hiç tanımadıkları insanlara yaklaşır ve kısa bir girişten sonra,

“Bu gece benimle çıkar mısın?”

“Bu geceyi benimle geçirir misin?”

“Bu gece benimle yatar mısın?” sorularını yöneltirler.

Araştırma sonucunda özellikle üçüncü soruya verilen yanıtlardaki cinsiyet farkı dikkatleri çekmiştir. Kadınların hiç biri bu soruya “evet” demezken, erkeklerin %75’i “evet” yanıtını verir. Bu araştırmayı dizayn eden Evrimsel psikologlar, insan biyolojisinin özelliklerine dayanarak verilen yanıtları değerlendirmiş ve kadınların, tanımadıkları bir erkekle girilecek cinsel ilişkinin bedelinin ağırlığına (hastalık, hamilelik, güvenlik…) istinaden, teklifi reddettikleri yorumunu yapmışlardır. Öte yandan, kadın fizyolojisinin ürettiği yumurtanın biricikliğinin ve erkeklerin spermlerinin çokluğunun verilen yanıtlar üzerinde etkisi olduğuna da dikkat çekerler.

Son yıllarda popülaritesi artan ve bu araştırmanın da zemini oluşturan Evrimsel Psikoloji, insan psikolojisini, insanın sinir sistemi ile bu sistemin ortaya çıkardığı davranışların evrimsel sürecinin ürünü olarak tanımlamaktadır. İnsanları diğer türlerle birlikte doğanın bir parçası olarak gören bu yaklaşım, dolayısıyla doğanın yasalarından bağımsız bir davranış sergileyemeyeceği noktasından hareket etmekte. Ve bu disiplin, kültürel düşünceler, inançlar ve değerlerin genetik belirleyicilerin yan ürünleri olduğu iddiasında…

Neo-Liberal-Genetik_159182_1Evrimsel Psikolojinin yükselişi ile birlikte eleştirilerin artması da kaçınılmazdı. İnsan davranışlarının sinir sistemi ve evrimsel sürece dayanarak anlaşılamayacağı, en fazla yükselen seslerdendi.  Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından yayımlanan, Susan McKinnon tarafından kaleme alınan “Neo-Liberal Genetik” başlıklı çalışma, Evrimsel Psikoloji’ye karşı yükselen itirazların güçlülerinden birisini içermekte. Antropolog Susan McKinnon bu çalışmasında, Evrimsel Psikoloji’nin hatalı bir kurgunun üzerinde yükseldiğini ileri sürmektedir. İnsan beyninin bir öğrenme ve problem çözme merkezi olduğunu ileri süren McKinnon, bu cihazla çalışan insanın tek bir mantığa indirgenmesinin yanlışlığından hareket etmektedir…

Aile, akrabalık ve toplumsal ilişkileri genetik merkezli rekabetin bir ürünü gibi gören Evrimsel Psikoloji, bireyin genetik çıkarının bu örgütlenmede çekirdek rolü üstlendiğine, toplumsal ilişkilerin bu genetik miras etrafında dolayımlandığına işaret eder. Bazı psikologlar daha da ileri giderek toplumsal ilişkilerdeki sevgi göstergesinin de bu genetik mirasla ilişkili olabileceğini, akraba sevgisinin doğal olduğunu ve akrabalık ilişkisi olmayanların gösterecekleri sevginin doğal olmadığını dahi ileri sürmektedirler. Toplumsal ilişkilerin kültürel, ekonomik ve sosyolojik dinamiklerini öteleyen bu düşünceye McKinnon şiddetle karşı çıkar. Evrimsel psikologların Batı toplumunu merkeze alan araştırmalarını eleştiren McKinnon, bu teorilerin tutarlılığını sarsacak Antropolojik araştırma örnekleri vermektedir. Bu örneklerden birisi bir hayli ilginçtir. McKinnon Evrimsel Psikoloji’nin bu teorisini sarsacak, genetik hesabın hiçe sayıldığı kimi toplum örnekleri vermektedir. Tanimbar Adaları’nda yapılan Antropolojik araştırmalar, burada oldukça farklı örgütlenmiş bir toplumsal yapıyı ortaya koymuştur. Bu adalarda bizzat McKinnon’un da katıldığı çalışmalarda ilginç bir aile ve toplum yapısının varlığı tespit edilmişti. Bu toplumda, yeni doğan çocukların anne-babalarıyla aynı evde kalmalarına izin verilmiyordu. Önceden tespit edilmiş bir takas sistemi uyarınca yeni doğan her çocuk başka bir aileye veriliyordu. Böylelikle aynı evde yaşayanlar arasında bir kan bağı oluşmuyordu. Bir başka örnek ise Malezya’nın Langkavi Takımadalarında yaşayan bir topluluktur. Burada da genetik yolla geçen kan bağının yanı sıra toplumu oluşturan bireyler tarafından tanımlanan bir başka genetik olmayan kan bağı daha vardı. Bu insanlar, doğuştan getirdikleri kanlarına ek olarak yaşadıkları süre içinde yedikleri yemekler yoluyla da kan almaya devam ediyorlardı. Böylelikle aynı evde yaşayanların, aynı yemekleri yiyenlerin bir kan bağı oluşturmaları mümkündü. Başka evlere ve ailelere dağıtılan yeni doğmuş çocuklar, besinlerini paylaştıkları aile fertleri ile ortak kan taşıyabiliyorlardı…

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün olmakla birlikte ben son yıllarda Çatalhöyük kazılarında da benzer bir sonucun tespit edildiğini hatırlatmak istiyorum. Neolitik Dönemin önemli bir temsilcisi olan Konya-Çumra’daki Çatalhöyük arkeolojik alanında yapılan kazılarda, ölen aile fertlerinin evlerin içlerine/altlarına gömüldüğü (intramural) tespit edilmişti. Evlerin tabanlarının altlarına gömülmüş olan insanların kemikleri üzerine yapılan genetik araştırmalar göstermiştir ki, aile fertleri arasında herhangi bir kan bağı yoktu. Arkeolog Ian Hodder, bu veriye dayanarak çocukların doğdukları ailede büyümedikleri sonucuna varmıştır. Çatalhöyük’te yaşayan insanların görece “eşitlikçi” bir yaşam sürmelerinde de bu geleneğin yattığı düşünülmektedir…

Evrimsel Psikoloji’nin tüm kuramlarının irdelendiği ve Antropolojik verilerle test edildiği bu çalışma kesinlikle zihin açıcı bir veri tabanı sunmaktadır. Tüm Sosyal Bilimcilerin, öğrencilerin, sanat ve sinemayla ilgilenenlerin ilgisini çekecek bir potansiyele sahiptir.

İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (17 Kasım 2014)

Yorum yapın