“Dağda Duman Yeri Yok” üzerine: Birken birçok olabilmek | Melike Uzun

Haziran 15, 2012

“Dağda Duman Yeri Yok” üzerine: Birken birçok olabilmek | Melike Uzun

Sofu,  insan olabilmenin yolunun başkalarının acılarını hissetmemizden geçtiği bilgisine sahiptir. “Asıl büyüklük, birken birçok olabilmektir.” der. Yazar, zorunlu göçü alışılmamış bir dil ve kurguyla  anlatırken okuyucunun da bu bilgiye ulaşmasının, “birçok olabilmesini”n yolunu açar.

Edebiyatın gerçekle bağı, bu bağın niteliği, tartışılagelen konulardandır. Yaşananların, yakın tarihin ateşi içinden, o ateşle yanarken sıcağı sıcağına anlatılamayacağı öne sürülür  genellikle. Abdullah Ataşçı  “Dağda Duman Yeri Yok” ta bu önermeyi tersine çeviriyor.  Zorunlu göçü anlatırken kurmacanın gerçeğe olan mesafesini hiç daraltmıyor. Acıyı ve zulmü anlatırken ağlak bir dilin, yüksek sesli cümleler kurmanın tuzağına  düşmüyor.

Okuyucuda “mahşer yeri” duygusu bırakan bir köyde olup bitenler romanın eksenini oluşturuyor. Bu mahşer yeri, romanın başlangıcında, bir tren yolculuğunda betimlenen  Mustafa’nın ve diğer köylülerin  zihninde yaşamaktadır. Mustafa, köyün  bilgesidir, herkes tarafından Sofu, Şeyh olarak tanınır.  Belleğinde tüm  köy halkını taşıyan Sofu( Mustafa)  her ne kadar mahşeri yaşasa da insan olabilmemizin yolunun başkalarının acılarını ruhumuzda hissetmemizden geçtiği bilgisine sahiptir. “Asıl büyüklük, birken birçok olabilmektir.” der. Yazar zorunlu göçü alışılmamış bir dil ve kurguyla  anlatırken okuyucunun da bu bilgiye ulaşmasının, “birçok olabilmesini”n yolunu açar.

Romanın özünü de herkesin acısını duyabilen “Sofu” ile yalnızca kendi çocukluk travmasına odaklanan, başkalarının yaşadıklarına yüreğini, içini kapayan Halil’le arasındaki çatışma oluşturur. Romanın ilk bölümü Sofu’nun  hatırlayışlarına ayrılır. İkinci bölümde ise hatırlayan Halil’dir.  Ancak en sonunda bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağını anlayan okuyucuda bir ruh kararması oluşur. Yaşanan yangından canını kurtarmış, artakalana, bir avuç küle bakan, omuzları çökkün insana dönüşür okuyucu. Her şey yaşanıp bittikten sonra olan bitene acıyla bakan izleyenler, bir de  her dünyevi mahşerde olduğu gibi başkalarının acılarını kendisine güç ve erk yolu yapan birkaç insan kalmıştır romanın sonunda.  Hayatta kalan, bu birkaç roman kahramanı ve okuyucudur.  Mahşer yerinde olup bitenler masalsı bir tülün ardına gizlenmek istense de bu coğrafyada yaşayanlar bilir ki her şey gerçektir. İşte bu noktada roman kahramanlarından Halil’le birlikte mahşer yerine bakakalırız ruh kararmasıyla.

Romanı iki düzlemde okumak mümkün. Birincisi Anadolu’nun doğusunda son otuz yıldır yaşanan sürecin bir kesiti olarak toplumsal okuma, ikincisi insanın iç dünyasını temel alan bir okuma. Ancak bireysel serüvenler toplumdan ayrı düşünülemeyeceğine göre bu okumalardan birini seçmek doğru olmayacaktır. Doğru olan iki düzlemin kesiştiği noktaları belirlemektir. Çünkü,  “Ölümün doğurgan olduğu topraklar”  “kendinde birikerek” arınan,  “başkalarını da içinde taşıyarak” çoğalan insanlar yaratır. Her bir roman kahramanı  kişisel serüveninin acılarıyla  kıvranırken kendi yaşadıklarını önemsizleştiren, herkesi ortak noktada birleştiren  travmayı yaşar: Göç zorunluluğu. Bu süreçte roman kahramanlarının seçtiği yollar, yaşantılarının ruhlarında açtığı yaralarla şekillenir. Köy halkının dışladığı Araf ve babası tarafından sözle ve dayakla aşağılanan Halil’in, ceviz ağacının dalına asılacak kadar “küçük” bekçinin sonradan “erk”e hizmet eder hale gelmeleri bunun örnekleridir.

İlk bölümde, mahşer yerinin karmaşası içinde  yaşayanların öyküleri anlatılır. Firdevs ve Tahir’in  zorlukları aşarak bir araya gelmelerinin ve çocuksuz evliliklerinin, feodal bir toplumda pek çok kadının başına gelebilecekleri imleyen Beyaz’ın, Mahmut’un şehirde tıp okuyan kızı Berivan’ı “yüksek mevki”de kişilere layık görmesine karşın Berivan’ın  “değer verilmemişlerin eşitliği için” kendini feda eden Musa’yla fikir ve gönül yoldaşlığının hikayelerini öğreniriz.

Köyün kaderi ise iki kahraman üzerinden anlatılır özellikle. Bu dünyaya ait değilmişçesine yaşayan, bu yönüyle romanın büyülü dilini oluşturan bu iki kahraman Bese ve Nuri’dir.

Bese ve onun köy halkıyla ilişkileri, doğuştan kötü saydıklarımızı kaçınılmaz olarak “kötü”ye dönüştüren toplumsal algının eleştirisi olarak var olur. Bese ve oğlu Araf kendini doğuran bir kehanet gibidir romanda. Kendilerini daha baştan kötü sayan insanlardan kötülükleriyle öç alır sanki Araf.

 

Nuri’nin üç yaşında başlayan yetimliği, kışın yolları kasabaya ulaşmayan bir mekanda yaşamanın ağırlığıyla başlar, bu ağırlığı halk efsaneleştirir: “… iki kadın Sipe dağının eteklerinde Murat’a bakan üç taşın peyda olduğunu söylemiş. Bu taşlardan biri şaha kalkmış bir at şeklindeymiş. Biri yerde yatan bir kadın, diğeri de onun üzerine eğilip öylece kalakalmış bir erkekmiş. Bu üç taşın Nuri’nin annesi, babası ve atları olduğuna yemin etmişler.” Nuri’nin üç yaşında efsaneyle başlayan yaşamı büyülü bir dünyada sürer. Güzelliğini çıplaklığıyla sergileyen bir peri-kadının peşine düşmesi, tünele kadar onu izlemesi ve ardından gördüğü ak-sakallının ona yaşadığı yerin gerçeğini fısıldaması: “Komşu köylerin çoğu boşaltıldı. Sizle beraber birkaç köy kaldı. Onlar kalacak bir süre daha. Bunun karşılığında kendilerinden neler verdiklerini şimdi bilmiyorlar. Siz belki bir kere öleceksiniz. Bana inan. Onlar her gün… Ölseler bile ölmeye devam edecekler. Sizin gitmeniz iyidir. Aslolan sonrası. Ne yapıp edip geri dönmelisiniz.”

İlk bölümün adı olan “Tünel” romanda,  trenin yol aldığı mekan olarak gerçekliğe yakın dursa da, yaşananların önceden kestirildiği, anımsandığı bir mekan olarak düşe yakındır, bir anlamda göçün ve acının simgesidir.

İkinci bölümde ilk bölümde yer alan kahramanların anımsandığına tanık oluruz yine, ancak anlatıcının belleğindeki çoğu kişi ölmüştür.  Birinci bölüm büyülü bir gerçekliğe dayansa da dilin kullanımı klasik anlatıya yakındır. İkinci bölümde bölünmüş bir benliğin sayıklamaları gibi ilerler anlatı. Şizofren bir bölünmeye gönderme yapan  bu sayıklama hali, değişen mekanla uyumludur. İlk bölümde “köy” temelken, ikinci bölümde köyden göç etmek zorunda kalan iki karakterin “şehir”deki hali söz konusudur. Bu yüzden,  anlatım birinci tekil kişiyle ilerlerken zaman zaman ikinci tekil kişiye dönüşüverir. Bu kişilerin hangi karaktere denk düştüğünün karıştırılması şehirde yaşanan “kimlik” ve “bölünmüşlük” sorununun doğal bir yansıması gibi çıkar karşımıza. Dilin bu değişimi romanı güçlendiren en önemli unsurdur kanımca.

“Okuyucu” isimli ikinci bölümün sonunda öyle bir sürprizle karşılaşırız ki, romanı bitirmenin rahatlığına kapılamayız.  Biz, olup bitenleri uzaktan  okuyup  izlerken anlatılan kahramanlardan  biri olabileceğimizi hissederiz. İşte, ruh kararması da burdan doğar ve bu ruh kararmasının  olaydan çok dil ve kurguya dayanması romanın başarısıdır.

Melike Uzun -edebiyathaber.net (15 Haziran 2012)

Yorum yapın