Cem Akaş: “Kadınların erkeklerden üstün olduğuna inanıyorum.”

Nisan 4, 2018

Cem Akaş: “Kadınların erkeklerden üstün olduğuna inanıyorum.”

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Y”, geleceğin dünyasından seslenen bir roman; “Y kromozomunun yeryüzünden silinmiş olduğu, artık yalnızca kadınların yaşadığı bir dünya”dan… Yazarı kitabın “ütopik” yanları olduğunu ifade etse de, her okurun kendine has “ütopik” ya da “distopik” tespitleri/ tanımları olacaktır. Romanın atmosferi, “Geçmişin siyasetinden, ekonomisinden, toplum yapısından, kültürel birikiminden, ilişki biçimlerinden nefret edilen bir dünya bu, çünkü hepsi erkek yapımı. Artık yeni kurallar var, çünkü eski insanlar yok.” diyerek anlatılmış tanıtım bülteninde. İşte, kahramanımız Constantine de bir erkek çocuk olarak böyle bir dünyaya doğmuş. Onu kapılarının önünde bulup evlat edinen iki kadın (İliada ve Arendi) oğullarını tam bir kız gibi yetiştiriyor ve cinsiyetini herkesten –özellikle de devletten– gizlemeyi başarıyorsa da, bu yolun sonunun kısa sürede geliniyor. “Bu gelecek dünyasını totaliter olmayan bir yapı içinde düşünmek istedim.” diyen yazara kitabına dair sorularımız vardı.

“Y kromozomunun yeryüzünden silinmiş olduğu, artık yalnızca kadınların yaşadığı bir dünya”yı yazmak da nereden çıktı? (Böyle bir dünyada yaşamamız gerekseydi neler olabilirdi, bunu mu göstermek istediniz?)

Sanırım erkeklerden, erkek şiddetinden, taciz ve tecavüzden, kadınların sürekli ezilmesinden, kız çocuklarına karşı ayrımcılık yapılmasından, dünyanın erkeklere göre, erkekler tarafından, erkeklerin kurallarıyla kurulmuş olmasından iyice bunaldığım bir noktadan çıktı. Neden bütün kadınların “En iyi erkek ölü erkektir,” diye düşünmediğini merak eder oldum. Okuduğum bazı genetik araştırmalarında buna gerek kalmayabileceğini, Y kromozomunun pek de iyi durumda olmadığını ve genetikçiler için kısa sayılacak bir sürede kendini yok etmesinin ihtimal dahilinde olduğunu görünce kafamda bazı çarklar dönmeye başladı. Hiçbir erkeğin olmadığı bir dünyayı hayal etmek yeterince zor aslında; ben de bugün yaşayan bir erkek olarak pek çok ön kabulle düşündüğümü fark ettim, eminim ki fark etmediğim çok önemli başka ön kabuller de vardır. Ama benim asıl ilgimi çeken, kendini görece sağlama almış böyle bir küresel toplum düzenine bir erkek bebek, bir “ilk erkek” sokmanın yaratacağı sonuçlardı. Bir deccal olarak mı görülürdü bu bebek, onu bir insan olarak görecek kadınlar çıkar mıydı, çocuğun kendisi neler düşünür, neler yaşamak zorunda kalırdı? Bunları düşünmeye başladım. Bu da yolun yarısı zaten.

Arendi, İliada, Zelda, Ferni, Ursu, Aret, Constantine… Sanki başka bir “evrenden” sesleniyorlar bize. Bir yanda tanıdık ülkeler (Almanya, Amerika, Türkiye…), bir yanda yabancı atmosferler. Okurken oldukça “distopik” geliyor bize. Romanın atmosferini nasıl oluşturdunuz?

Gelecekte geçen uluslararası bir hikayede yabancılaştırıcı unsurların çokça bulunması kaçınılmaz, ama bir yandan da insanın sürekliliği var, bu da tanıdıklık hissi sağlıyor. Ben distopik demezdim sanırım, hatta ütopik yanları olduğunu düşünüyorum. Neyi önemsediğinize bağlı belki. Her halükarda “saf” bir durum yok, iyi ve kötü olabilecek yanlar var. Ben bu dünyayı kafamda kurarken bazı yönleriyle bugünkü toplumsal ve ekonomik yapıdan köklü bir biçimde farklı olması gerektiğini düşündüm. Erkeklerin olmaması demek, en basitinden dünya nüfusunun yarısının ortadan kalkmış olması demek. İnsan soyunun sürmesi için yapay yollara muhtaç olunacağına göre belki de nüfusun hep azalması demek. Bütün üretim ve tüketim sistemlerinin değişmesi demek. Bu toplumsal düzeni ayakta tutmak için ideolojik aygıtın çok iyi çalışması, bireylerin sisteme angaje olmasını sağlaması, bunun için de ortak bir düşman yaratması lazım. Erkeklerden daha iyi düşman bulmak herhalde zor olurdu, ama bu düşmanlığın da sürekli olarak yeniden üretilmesi gerekirdi. Erkekleri seven kadınlar olacaktı elbette, erkek olmak isteyenler olacaktı; kendi cinsel kimliğini kendi tanımlamak isteyenler böyle bir toplumda nereye otururdu? Bu tür sorulara kendimce verdiğim yanıtlar da atmosferi oluşturdu.

Romanda, “Prolog”, “Analog”, “Epilog” gibi bölümle(mele)r var. Böyle bir kurguyu tercih etmenizin sebebi nedir?

Asıl hikaye, benim gözümde Constantine’in evden kaçmasıyla başlıyordu; bu bölümden önce İliada’nın anlattığı bölüm bir “önsöz” bölümüydü dolayısıyla. Romanın bittiği noktaya, asıl hikayeyi anlatmayı sürdürerek de ulaşabilirdim ama bunu istemedim; dışarıdan (ve çok sempati duymayan) bir gözün Constantine’in mücadelesini değerlendirmesini tercih ettim, bu da bir tür “sonsöz” oldu. Üçlü yapı benim çok sık başvurduğum bir yapı türü.

Romandaki o soruyu biz de size soralım: “Değerler, toplumsal uzlaşma, ortak vicdan gibi şeyler geveleyince ne mal olduğunu anladım, Ortak olanda herkes uzlaşacaksa özgürlüğe gerek var mı?” (İronik bir yanı da var sanki romanınızın…)

Bu gelecek dünyasını totaliter olmayan bir yapı içinde düşünmek istedim. Tipik distopyalardan farklı olarak özgürlükçü (ya da son dönemde daha özgürlükçü olmaya başlamış) bir entelektüel iklim tasarladım, bu iklimde hakim paradigmayla muhalif paradigmanın bir arada, birbiriyle itişerek var olmasına yol açtı bu da.

“Aslında kişi olarak uğraşmıyorlar seninle, koca bir erkeklik fikriyle uğraşıyorlar; on binlerce yıl insanlığı şiddete ve zulme mahkûm etmiş yaratıkların yeniden canlanıp dünyayı ele geçirme ve bütün kadınları yeniden ezecek bir düzen kurma olasılığı onları dehşete düşürüyor; bu sen değilsin, ben bunu biliyorum, seni taşıyanlar da biliyor, ama diğerlerine bu korku çocuk yaşlarından itibaren öğretildi, ellerinde değil…” denmiş romanda.

Dünyada bir türün diğerinden üstünlüğü fikri olmadan yaşanamaz mı? Kadın-erkek eş(it)liği içi boşaltılmış bir kavram mı sizce yoksa sadece bir “ideal”den mi bahsediliyor?

 Kişisel görüşümü sorarsanız ben kadınların erkeklerden üstün olduğuna inanıyorum; eşit hak peşinde koşması gerekenler erkeklerken tarih içinde her şey nasıl bu hale geldi hayret doğrusu! Tabii ki çok akıllı, çok yetenekli, çok başarılı pek çok kadın tanıdım, ama galiba dank etmesi yıllar önce Venedik’teyken oldu. Bir iskelede iki çocuk gördük Esra’yla, biri altı-yedi yaşlarında bilmiş bir kız çocuğuydu, diğeri de onun yaşında saftirik bir oğlan. O kadar net bir fark vardı ki aralarında – kızın aklından geçenlerin onda birini anlayabilecek durumda değildi oğlan. Zaten ağzı açık, hayran hayran kıza bakmaktan ve onun dediklerini yapmaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Bunun istisnai bir örnek olmadığını, kendi çocuğumuz olunca anladım; kendi çocukluğumu ve kız arkadaşlarımı yeniden bu gözle değerlendirince hiç kuşkum kalmadı. Fiziksel güç ve baskıyla buraya kadar iyi gelmişiz ama bundan sonrası çok zor olacak. Dengeler değişiyor.

 “… bildiğin tek şey, Constantine Pinnock-Lux olmanın, kimseye benzememenin, gerçekten tek ve yalnız olmanın, varoluşunun her anında dünyayla hesaplaşma zorunluluğunun ne denli ruh emici olduğu. Neşe, oyunbazlık, yaramazlık, haşarılık, isyankârlık –adına her ne diyorlarsa kuşanmış olduğun ve her gün parlattığın zırh, aslında pis kokulu, ağır ve grotesk bir kabuktan ibaret, işe yaramaz, delik deşik.” cümleleri varoluşa dair hayli ilgi çekici tespitler içeriyor. Bu romanı bir “varoluş” sorgulaması gibi de okuyabiliriz sanki. Peki, o “yalnızlık” duygusunun gerçeğe değen yanları neler sizce? Bizdeki karşılığı ne olabilir?

Constantine’in yalnızlığı uç bir örnek kuşkusuz, ama varlığının hesabını vermek zorunda bırakılan o kadar çok insan var ki dünyada, Türkiye’de, tek tek saymak bile büyük ayıp olur bence. Ben bu tür gerçeklikleri dolayımsız anlatabilen bir yazar değilim, anlatabilen ve yine de has edebiyat üreten yazarlara hayranım. 

Yazar’ı besleyen unsurları merak ettik bu romanı yazarken…

Şöyle yanıtlayayım kısaca: Olabildiğince çok yerden beslenmeye çalışıyorum, hayattan, edebiyattan, sanattan ve bilimden öğrenmeyi sürdürmeye gayret ediyorum, şaşırma duygumu yitirmemek istiyorum.

edebiyathaber.net (4 Nisan 2018)

Yorum yapın