“Büyük birer yalan, işte biz buyuz…” | Esra Ertan

Mart 3, 2016

“Büyük birer yalan, işte biz buyuz…” | Esra Ertan

kokoschkaKokoschka’nın Kuklası, kullandığı dil ve biçim estetiği açısından yeni bir anlatım dili geliştirmeye çalışan ve bu çabasında da başarılı olan bir metin. Portekizli yazar Afonso Cruz’a 2012 Avrupa Birliği Edebiyat Ödülünü kazandıran roman, önemli bir yaratıcılık sürecinin ürünü. Bu anlamda dert edindiği meseleler için deneysel yaratıcılığın imkânlarını zorlayan ama bunu büyük seslerle yapmaktan da uzak duran bir yazarın serüveni Kokoschka’nın Kuklası.

Afonso Cruz, sanatın birçok dalını tecrübe etmiş bir yazar. Müzikle, resimle ve sinemayla yakın ilişki içinde olan Cruz, Kokoschka’nın Kuklası’nda kurguyu bu disiplinler arası alışverişin öğeleriyle yaratıyor. Kitap, hikâyeleri birbiriyle kesişen kahramanların etrafında gelişen olaylarla üç kısma ayrılıyor. Yazar bu karakterlerin ruh dünyasını betimleyen derin tahliller yapmaktansa bir imge atmosferi yaratarak onları biçimlendiren esas meselelerle ilgili bir kurmaca inşa ediyor. Kokoschka’nın Kuklası’nı başka kılan şey ise, aslında bu tutumun yarattığı edebi estetik anlayışının içinde okura göz kırpıyor. Cruz, tüm metin boyunca metaforik bir dil ile ilerleyen olaylar silsilesi kurguluyor. İlk bölümde tanıdığımız Bonifaz Vogel ve İsaac Dresner, İkinci Dünya savaşı ile Yahudi Soykırımı meselesinin Avrupa’da özellikle de Doğu Avrupa’da yarattığı derin ruh travmasının birer göstereni durumunda.

Yazar biçim ile ilgili etkili söz söyleme arayışlarını, bu karakterlerle başlayan masalsı anlatının en temel gayesi hâline getiriyor. Biz karakterleri sahip oldukları derin ya da karmaşık ruh hallerinin ayrıntılı betimlemeleri ile değil, Cruz’un kurduğu metaforik dilin içinde buluyor, tanıyor ve anlıyoruz. Şöyle söylemek de mümkün. Kurguyu çekirdeğinden dış sınırlarına, kabuğuna doğru parçalara ayıran dil, satır aralarında yarattığı boşluklarla zenginleşiyor, güçleniyor. Kokoschka’nın Kuklası’nı literatürün içinde özel bir yere taşıyacak olan unsur da anlatının dildeki oyunlarla, deneysel yaratıcılık cesaretiyle bir ses yakalaması… Üç bölümde de hikâyeye yön veren farklı uzunluktaki episodlar, gerçeği bir çeşit mitolojiye yakınlaştıran retorik dil ve dini terminolojinin şekillendirdiği kutsal metin öyküleri, kahramanların bir kısmının tarihselliği olmasına rağmen anlatıya fantastik bir ton veriyor.

İkinci ve üçüncü bölümlerde tanışacağımız, romana da adını veren Avusturyalı ressam Oskar Kokoschka’nın ve daha önce Gustav Mahler ile evli olan Alma Mahler’in aşkı, metnin çekirdeğini teşkil eden gerçek bir hikâyeyi ve tarihi temsil etmesine rağmen Cruz’un kurduğu imgesel dil, bu karakterlerin tarihini yazarken onların hayatını da söylenceleştiriyor. Oskar Kokoschka’nın kendisinden uzaklaşan Alma’nın bire bir aynısı olan bebeğini/kuklasını yaptırarak sağda solda onunla dolaşması ve ona varlığını gerçek kılacak bir hikâye verip söylentileştirmesi, dilsel bir eylemle kimlik kazandırması Afonso Cruz’un hayati kaygılarına sahne olacak bir yerleştirme sanatına dönüşüyor. Cruz sanatı hiç hafife almıyor ve metnini sanatsal bir performansın oyun alanına dönüştürüyor. Gerçek aşkın bir oyuncağa ikame edilmesi ve bu oyunun bir tarihsellik kazanması yazarın tıpkı Oscar Wilde gibi hayatın sanatı taklit ettiği belki de taklit etmesi gerektiği fikrinin izdüşümü olmalıdır. Böylelikle sanatın sunduğu olanaklarla hayatın trajedilerini zihinsel bir güce dönüştürebileceğimizi, şifalanabileceğimizi ön görüyor Cruz. Ölümün, ölüm karşısındaki savunmasızlığımızın yarattığı yıkıcı tecrübeler Kokoschka’nın Kuklası’nda bir hayat önerisi olarak karşımıza çıkıyor. Savaşların, sefaletin, aç gözlülüğün ve dramatik yenilgilerimizin bir yaşanmışlık tecrübesi olarak düş gücümüzü beslediğini ve bu sayede hayatı yendiğimizi söylemek istiyor. Bir anlamda hayallemenin hayata üstün geldiğini işaret etmeye gayret ediyor Cruz. Kişisel tarih yazımımızın da, estetik kaygılarımızla birlikte yaşamın esrarını keşfetme azmimizle mümkün olacağını dile getiriyor.

Öte yandan tüm bunları yaparken yarattığı karakterlerin gerçekliğini de zaman zaman bozuyor, yeniden üretiyor Cruz. Yazar Raymond Chandler’ın Büyük Uyku ve Uzun Veda kitapları için kurguladığı dedektif Philip Marlowe karakteri, Kokoschka’nın Kuklası’nda bir dil oyunu ile Filip Marlov adıyla yeniden bir dedektif olarak karşımıza çıkıyor. Bununla birlikte romanın sonunda belki bir başlangıcı, bir yeni olanı temsil eden aşkın göstereni olarak hikâyesi anlatılan talihsiz yazar Mathias Popa, bir davette masanın üstünde romanının taslağını unutan Thomas Mann’in fikrini, emeğini çalarak dünyanın en talihsiz, grotesk yazarı olarak trajedisi romanı biçimlendiren başka bir unsur olarak göze çarpıyor. Böylelikle gerçek, bir kurmaca olarak fantastik olana yaklaşıyor Cruz’un yarattığı bu anlatı diliyle. Metnin sonunda birbiriyle iç içe geçmiş ancak hep diğerinin hikâyesine bakan, onu gösteren bu öyküler üçüncü kısmın sonunda başlayan aşkın umutlu sesi içinde sonsuzlaşıyor, çoğalıyor…

Kokoschka’nın Kuklası aynı zamanda müziği olan bir metin. Kahramanlar ve hayatları birbirinin izini takip ederken okur, müziğin sesini de duyumsuyor. Miro Korda adlı müzisyen kahramanın yeteneği sayesinde Stardust’tan My funny valentine’e, Strange fruit’ten You belong to me’ye kadar uzanan geniş müzikal yelpaze metne başka bir duygu kazandırıyor hiç şüphesiz. Bütün hikâyeyi kapsayıp kuşatan Dresden kenti ise yazarın felaketin, yıkımın temsili olarak mekân seçiminde tesadüfe yer bırakmamış olmasının da bir ifadesi gibi diğer yandan.

Kokoschka’nın Kuklası, Tekin Yayınlarından çıkarak raflardaki yerini aldı. Canberk Koçak, ilk çeviri eseri olmasına rağmen, Afonso Cruz’un metaforik anlatım dilini ve söyleyiş güzelliğini muhafaza etmeyi başarmış. Bizi hiçbir zaman reddedemeyeceğimiz aşkın davetiyle baş başa bırakarak…

“- Özel bir şey çalmamı ister misiniz?

– Tears diye bir şarkı çalabilir misiniz?

– Django’dan mı? Elbette. Sever misiniz?

– Açıkçası şarkıyı bilmiyorum. Ama kaderimi zorlamam gerekiyormuş gibi hissediyorum…”

Esra Ertan – edebiyathaber.net (3 Mart 2016)

Yorum yapın