Burhan Sönmez: Ölüm, yaşamın bir adım ötesi

Mart 2, 2012

Burhan Sönmez: Ölüm, yaşamın bir adım ötesi

“Herhalde iki derdi vardır yazının. BM rakamlarına göre dünyada her gece bir milyar insan yatağa aç  ve üşüyerek giriyor. Masumlar öncelikle onlardır. İkinci kısımdakiler ise, kalbi kırık insanlardır: aç veya tok, zengin ya da fakir, kadın veya erkek kaç milyon kişi bilmiyoruz, gece yatağa kalbi kırık giden insanlar, garipler, yetimler, mutsuzlar, terk edilmişler, umutsuzlar… Onlar bizim masumlarımızdır. Onlara söyleyecek tek şeyimiz olabilir. Umut ki bizim en yüce bayrağımızdır, onu asla yere düşürmemek lazım. Büyük Fransız filozofu Sartre'ın söylediği söz: 'İnsanların çıplak ayakla dolaştığı bir dünyada yazarın görevi ayakkabı yapmaktır.' Bugün biz masumlar için ayakkabı yapmaya çalışıyoruz, yazarak.”

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü kazanan BirGün yazarı Burhan Sönmez, ödül gecesinde, son kitabı Masumlar'dan yola çıkıp, yukarıdaki konuşmayı yaparak ödülünü dünyanın bütün masumlarına adadı.

Burhan Sönmez'in hayatından izlerin de olduğu Masumlar'da; Haymana'dan yola çıkıp Cambridge'e ve Tahran'a uzanan yaşamlar ve bir aşk anlatılıyor. Üçüncü kitabına hazırlanan Burhan Sönmez'le Masumlar'ı ve yazarlığı konuştuk.

Yazmak çok meşakkatli bir süreç. Yazarı masa başına oturmaya iten şey nedir?

Yazarın zihni tercihleri başka, onu harekete geçiren, yazmaya başlatan nedenler başkadır. Bir çocuk neden şarkı söyler? Bir insan neden resim yapmak ister? Neden kol kola girip halay çekeriz? Bunlar sanat tarihi boyunca tartışılan konular. Yazar kendi ruhunu ve zihnini en iyi yansıtabileceği bir yol, bir ayna arar. Onu ifade eden ayna, yazmaktır. Bir şarkı ya da bir resim fırçasına değil, ruha hitap eden kelimelere tutunur. Yazar oturup yalnız başına kalarak, kelimelerle yeni bir dünya yaratma arzusunu biçimlendirir. Geceler, aylar, yıllar boyunca yazarı masa başına oturtan bu duygudur.

“Bir eser yaratırken kendinizi de yaratırsınız”

Daha spesifik düşünürsek sizi yazmaya iten şeyler nelerdir?

Bir eser, sanatçının duygu ve düşünce dünyasını yansıtır, derler. Bir metinde, metnin kendisini tanırken, diğer yandan yazarı da tanımaya başlarız. Ama diğer yandan, yazar da, bir sanat eseri inşa ederken aslında kendini de inşa eder. Bir eser yaratırken kendinizi de yaratmış oluyorsunuz. Sanatsal üretim hem bir tatmin, hem bir zihinsel faaliyet, aynı zamanda yazarın kendini var etmesini sağlayan bir haldir. Yazarın mutluluğu veya varlığın sınırına bir türlü ulaşamadığı için yaşadığı mutsuzluğu buradan gelir.

Rus edebiyatının Gogol’un Palto’sundan çıktığına dair bir ifade var. Sizin içinden çıktığınız Palto… Kimlerden etkilendiniz, kimleri okudunuz, kimleri beğeniyorsunuz?

Sevdiğim yazar sayısı az değil, fazladır. Cengiz Aytmatov, Yaşar Kemal, Turgut Uyar, Nazım Hikmet, Dostoyevski, Orhan Kemal, Marguez, Tanpınar… Daha pek çok isim sayabilirim.

Sizin kitaplarınızla birlikte, unutulmak üzere olan ‘anlatı geleneği’ yeniden hatırlanıyor. Bu gelenekten beslendiğinizi görüyoruz. Dilinizde, sözün gücüne güvenen ve yazılı anlatıyı buna göre kuran bir ses var. Anlatı geleneğiyle ilişkinizi nasıl açıklıyorsunuz?

Bazen yatay genişlemeyi tercih edersiniz, bazen ise derinlemesine. Söz ve yazı arasındaki paradoks, temel dertlerimden biridir. Yazının bilinen tarihi, birkaç bin yıllık. Sözün ise yüz bin yılı aşkın… Mısır’da filozofların atası Hermes yaşardı. Hermes, bir gün Firavun’a gidip, “Yeni bir şey buldum” der. Firavun ne olduğunu sorar. Hermes, “Yazıyı buldum” der. “Nedir o?” diye sorar Firavun. Hermes “Her sözü bir şekle dönüştüreceğiz, böylece konuştuğumuzu göreceğiz” der. Firavun, “Olmaz, der, o zaman insanla insan arasına bir araç koymuş oluruz. İnsani bir buluş değil bu.” Yazının insanlık tarihi içindeki konumunu eleştiren Rousseau veya Condillac gibi düşünürler olmuştur. Ben yazarken, sözlü geleneğin ruhunu diri tutmaya, kelimelere böyle bir nefes vermeye çalışıyorum. Yatay değil, derinlemesine bir ilişkidir bu. Sözle yazı arasında bir köprü kurmaya gayret ediyorum.

Masumlar’da ‘İnsan insanın sığınağıdır’ diyorsunuz. Fazlasıyla iyimser bir yaklaşım değil mi?

Masumlar’ın genel ruh hali, insana olan inanca yaslanır. Romandaki olayların çoğu acılıdır. Buna rağmen insana duyulan sevgi ve umut hep yanı başımızdadır. ‘İnsan insanın sığınağıdır’ ifadesi insanın varlığına hamasi bir övgü değil, insanın kendisini daha iyi kılabileceğine dair bir güvenin de ifadesidir.

“Ölüm yaşamın güzel bir parçasıdır”

Kitapta insanlar ölümle anılıyor. Hatta kitabın bir yerinde “ölüm hayatın aynasıdır” diyorsunuz. İnsana ve hayata umutla bakan bir yazar olarak ölümle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Modern çağın ölümle ciddi bir sorunu var. Modern dünya, ölüm yokmuş gibi yaşamayı dayatıyor bize. Mezarlıklar bile büyük duvarlarla çevrili ya da şehrin dışında, yalıtılmış halde. Oysa kırsalda mezarlar köyün içindedir. Çocuklar mezarlığın içinden geçerken, oranın hayatın bir adım ötedeki parçası olduğunu hisseder. Orada insanın geçmişle ve ölümle pozitif bir ilişkisi vardır. Şehre geldiğinizde, modern yaşam biçimi, bizi sanallığa hapseder. Yaşamak için var olmak, hayatın tek amacı haline gelir. Hayatın ölümle birlikte var olduğu, ölümün de hayatımızın güzel bir parçası olduğu gerçeğinden korkulur, ondan kaçılır. Yaşlılığı huzur evlerine, deliliği tımarhanelere, ölümü de görünmez mezarlıklara havale edince, mutlu bir hayat yaşayacağımızı sanırız.

“Her yer insanın evi olabilir”

Kitapta sürgün yaşamlar da söz konusu. Bir yerlerden bir yerlere sürüklenme hali var…

İnsanlar yerlerinden edilir, yaşadıkları yer onlara cehennem olur. Diğer yandan insanların istedikleri yere gitmesi de engellenir. Oysa her yer insanın evi olabilir. Bir yere gidip, oranın sahibi gibi yaşayabilmemizin önünde insani ve dünyevi bir engel yok. Sadece günümüz siyaseti ve devletler buna sınır koyar. Kuşların sınırı yok, insan da her yerde yaşayabilir, yeter ki birileri engel olmasın.

Masumlar, geçmiş ve geleceğin dilini taşıyor. İki dillilik var…

Masumlar’ın içeriği farklı bir tarzı gerektirdiği için çift dilliliği tercih ettim. Romanın bir kısmı köyde yani geçmişte, diğer kısmı bugünde yani şehirde geçiyor. Modern ile modern öncesi arasında bir karşılaşma ve karşılaştırma görünüyor. Bu iki ayrı düzlemi ortaya koyarken, anlatımın ritmi de farklı olmalıydı. Bu nedenle köy kısmında masalsı bir dil kullanırken, şehirde daha az konuşan ve durgun bir dili tercih ettim. Masumlar’da birbirinin tersi karakterlere yaslanmak yerine, üsluptaki iki farklı düzlemin gerilimine yaslandım. Böylece kullandığım iki dilin, anlattığım dünyanın halini ortaya koyması mümkün olabilirdi.

“Her yazar kendi okurunu arar”

Okur-yazar ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Her okur, kendini bulduğu bir dil arar. Onu bulduğunda ise, “işte benim yazarım” der. O yazarı izlemeye, okumaya başlar. Bilinmeyen şudur: Aslında her yazar da kendi okurunu arar. Yazar için, hayali bir okurdur bu. Kendi zihninde var ettiği, platonik bir ilişki söz konusudur. Yazar, okuru görmeden, kendi başına yaşar, kendi başına yazar. Âşık olduğu okuru da kendi içinde taşır.

Serbay Mansuroğlu – Birgün (2 Mart 2012)

Yorum yapın