Biyopsinin metin üzerindeki etkisi: Ölümden önce hayat var mı? | Arzu Eylem

Temmuz 28, 2016

Biyopsinin metin üzerindeki etkisi: Ölümden önce hayat var mı? | Arzu Eylem

biyopsi“Gerçekten ölüyoruz. Her gün ölüyoruz. Az az, parça parça. Ama ölüyoruz. Bildiğin ölüyoruz ya. Değmez küs kalmaya.” cümlesini okuyunca durdum. Sayfa 44. Başka şeyler yazacaktım. Mesela neden hep birinci tekil anlatım diyecektim. Bazı cümleler ve ifadeler neden sık tekrar edilmiş ya da. Konuşur gibi yazmış yazan. Hayattan gelip geçenlerin gündelik ya da daha üstten bir ifadeyle sıradan yaşamlarını olduğu gibi yazmış ama ne çok detay yakalamış. Hikaye bu detaylarla başlıyor, bir bakıma tanıklık bunlar diyecektim. Ama durduğum yerden kalmadım ve devam ettim okumaya. Okurken de not almadım. Bir his bekledim, bir cümle… Kitabın kapağını kapatana dek yargısız, öyle bıraktım kendimi. Sonra başa döndüm. Kazım Koyuncu’nun alıntısına tekrar baktım:

“Hayatı yönlendiren, etkileyen, değiştiren insanların devrimci olması lazım, sistemin bir parçası değil. Bilimin ışığına hep inandım ama tıp bende hayal kırıklığı yarattı.”

Hayal kırıklığı. Evet, doğru ifade buydu. Ve hayal kırıklığını yazmak zordu. Önce nasıl yazılır, nasıl söze akar bunlar diye düşünürken kendimi edebiyatın hezeyan, melodram ve iç dökme metinlerini düşünürken buldum.

Her kelime yalnız bir anlama gelmiyor. Sözlük karşılığından bahsetmiyorum. Tam tersine zihne yansımasından, algıdan bahsediyorum. Örneğin eleştiri. Bizde bu kelime kimi algıya göre analiz anlamına gelse de, kimilerince yerden yere vurmak manasını taşır. İkinci algı daha yaygın olduğundan da eleştiriyi sevmeyiz biz. Sevilmeye düşkünlüğümüzden olsa gerek pek eleştirmeyiz de. Arkadan konuşarak, içimize atarak, yazın özgürlüğüne ve demokrasiye vurgu yaparak işin içinden çıkarız. Çünkü sevmediğimiz şeyi bilmeyiz de. Burada sevmekle bilmenin birbirine olan tutkusuna vurgu yapmış oldum. Ama ben eleştiriyi seviyorum. Bu sebeple eleştiri yapmayı da, eleştiri almayı da öğrenme çabasındayım.

Edebiyatta eleştiri ilkin metinle, sonra yazarla empati kurmayı ister. En son birden bire empatiden uzaklaşıp karşıya geçmeyi, oradan bakmayı… Böylece yazarın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışır, niyetiyle eser buluşmuş mu daha iyi kavrarım. Yaratıcılığı ya da en azından metnin samimiyetini gözetmeye çalışırım bir de. Eğer yazar iddialıysa metnin türüne de bakarım. Çünkü tür, ortada bir iddia varsa anlam kazanıyor. Eğer yazarın iddiası yoksa sadece anlatmaksa niyeti, o zaman “nasıl anlatmış”ı bırakıp “ne anlatıyor”u düşünürüm. Acımasızca eleştirebilirim çoğu zaman ama hayat önümde durur bazen. Yaşananı kaydetmeye niyetli metinlerde, zamansızlık, tanıklık etme zorunluluğu, acının şiddeti… gibi etmenleri düşününce de beklentim düşer ve dolayısıyla yumuşarım. Bir de okuru şiddete, nefrete, ayrımcılığa… sevk ediyor mu, her şeye nesnel bakabiliyor mu; iyiyi kötüyü, güzeli çirkini önyargısızca anlatabiliyor mu?

Bunca cümleyi eleştirinin ne olduğunu tartışmak için sıralamadım. Birazdan bir yazar ve kitabı üzerine konuşacağım. Konuşmamın çerçevesini çizmek ya da niyet beyan etme isteğindeyim yalnızca. Ne eleştiri yapacağım ne övgü dizeceğim. Yapacağım şey bir tür biyopsi olacak. Çünkü bazıları öykü, bazıları anlatı olan, türe hapsolmayan, sevdiğim metinler var kitapta. Çünkü bir kitabı neden sevdiğini/sevmediğini düşünme işine “biyopsi” denir. Biyopsinin metin üzerinde ne tür bir etkisi olacağı okura bağlı. Her teşhis tedaviyle sonuçlanmamakla birlikte, okunmuş her metin yazarın kaleminden taburcu olur. Yazılmış pek çoğu arasında her eser ölüm kalım savaşı verir. Öyleyse Biyopsinin Dondurma Üzerinde Etkisi’ne geçelim.

 Birol Tezcan’ı daha çok senarist kimliğiyle bilirken, Ot Dergisi vesilesiyle yazılarını okumaya başladım. Dergi, Ot Kitap’ını açtı ve ilk olarak Biyopsinin Dondurma Üzerindeki Etkisi’yle Tezcan’ın hasta/hastane hikâyelerini yayımladı. Hikâye diyorum çünkü öykünün kendine has bazı kıstasları var bana göre. Eksikli anlatımın ve dilin ön plana çıktığı bir tür öykü. Tezcan’ın üslubu sakınımsız, dolu dolu, gerçekli anlatılar. Kurgulanmış metinler ama o denli serbest ve içten ki, hikâyeciliğe evriliyor. Yazılı olmasına rağmen sözlü anlatıyı içinde barındırıyor. Yazar bizimle sohbet ediyor.

Geçtiğimiz aylarda –adı bende saklı, çünkü ona ayrı bir yer ayırmak lazım- bir kitap daha okumuştum. Öyküden ziyade kurgulanmış bir anlatıcının iç dökmesiydi ama öyle sıcak, öyle sahiciydi ki, gündelik olan olduğu gibi edebileşmesi şaşırtmıştı beni. Yalın bir dille anıları kurgulamak, gerçekliği süslemeden yazıya aktarmak… Sık rastladığımız bir üslup olacağa benziyor bu tercih. Böyle metinleri güçlü kılan dil odaklı olmaları değil, görselliği, benanlatıcının karakterleşmesi. Eğer gerçekliği yeni bir gerçekmişçesine canlandırıp okuru ikna edebiliyorsa metin, kendini iletebiliyor.

Biyopsinin Dondurma Üzerinde Etkisi’nde –bana göre- öyküleme gücü yüksek metinlere rastlayabildiğimiz gibi, sadece yazarın olaya bakış açısına ve sahiciliğine odaklandığımız, sırf bu yüzden iyi diyebileceğim hikâyeler var. Tıbbın yaşamımızdaki yeri üzerinden hayatın trajik komik yanlarını görüyoruz. Memleketimden insan manzaraları duruyor karşımızda. Mizahi bir dil var ama bu dil olayları küçümsemeden, yaşanırkenki doğallıyla aktarıyor bize. Yazarın hissederek yansıttığı mağduriyet, çaresizliklerden çare beğenme, sistemdeki kısır döngü bizi düzensiz düzenle yüzleştiriyor. İçtenliğin piyasa koşullarında garipsendiği, profesyonel ilişkilerin acımasızlıkla ve kaosla buluştuğu anlara şahit oluyoruz. Parası olmayanı tedavi eden doktorların işten atılması, hastasına sevgi duyan hemşirenin eleştirilmesi, askerlikten kurtulmak için sarılık teşhisine sevinen gencin ruh hali… Kandırılma, yanlış tedavi, ölümle yüzleşme, güvensizlik, insanlar arasında sınıfsal olmayan statükocu farklar… Tüm bunların uzantısı iş hayatı, yoksulluk, yalnızlık.

Hikâyeler canlı ve vurucu. Dil anlatılanla sözcüklerin oluşturduğu bütünlüğü kastediyorsa eğer Tezcan’ın üslubu anlattıklarıyla örtüşüyor, bize gündelik yaşamı, kendi hikâyemizi izletiyor.

Öyküde gösterme dediğimiz teknik sevilir. Bize sezdirilmesi olayın kucağımıza bırakılmasından daha tercih edilesidir. Birol Tezcan’ın kucağımıza bıraktığıysa doğrudan çıplak bir anlatım. Cümleler tek başınayken değil, hikâyenin bütününde anlam kazanıyor. Oysa Ot Kitap dergiden gelen alışkanlıkla hikâyelerdeki bazı kısımları spot yapmış. Seçilen cümleler öykü hakkında bir fikir vermiyor aslında. Bu üsluba yönelik düşüncemi pekiştirdi. Çünkü bir cümle okuyup geçebileceğimiz ya da karar vereceğimiz metinler değil kitaptakiler. İllüstrasyonlarsa metinleri oldukça zenginleştirmiş.

Birol Tezcan özyaşam öyküsü gereği gerçekçi bir yazar. Anlattıklarının işlevsel bir yanı var. Bizi gerçeğimizle sınarken, farkında olsa da olmasa da farkındalık yaratma niyetinde. Nostaljik bir yan var. İnsanlığın ilerlemediğine dair altyazı geçiyor hikâyelerde. “İnsanın en güzel yeri çocukları”  derken gülümsemenin güzelliğini, “her askerin gönlünde bir çürük yatar” derken zorunlulukla tercih arasındaki ayrımı, “bir gün ölüp gideceğiz ama hiçbirimiz ölümlüymüşüz gibi davranmıyoruz” derken yaşamdaki yerimizi ve anlamımızı anımsatıyor bize. Hastaneler gerçekliktir bir bakıma, bir bakıma da hayatın metaforu. Ya da yaşamın sürdürülme isteğinin simgesi olduğundan yaşamı ve yaşayanları anlatmanın bir yolu. Hastane gidilen değil düşülen bir yer olmasıyla yer yer kışlaya, yer yer hapishaneye benzer. Ama en çok dünyaya. Piyasaysa, Hipokrat yemininin önünde durur.

Bu yanıyla bağırmayan bir muhalefet görürüz anlatılanlarda. Başta da söylediğim gibi Birol Tezcan kelimelerin üzerinden durmadan, sular seller gibi yazmış, hissediliyor. Diyalog odaklı yazdığı içinse gerçekliğe yakın hikâyelerde gündelik dile, lehçeye de başvuruyor. Her şeyden önemlisi yazar türe sadık kalma iddiası taşımadığı, mütavazı olduğu ve biriktirdiği anları bize anlatmayı tercih ettiği için samimi. Kısacası ülkenin en önemli yerine, sağlığına dair tanıklıklar içeriyor kitap. Az değil tam yirmi farklı hikâyeyle…

Arzu Eylem – edebiyathaber.net (28 Temmuz 2016)

Yorum yapın