Bir varoluş ve duruş biçimi olarak “yazmak” | Hülya Soyşekerci

Ocak 26, 2016

Bir varoluş ve duruş biçimi olarak “yazmak” | Hülya Soyşekerci

sait-faik-abasiyanik1Sait Faik, Haritada Bir Nokta adlı öyküsünde, insanın ve insanlığın türlü zaaflarına, akıl almaz kabalık ve kötülüklerine; bir o kadar şaşırtıcı olarak da insanın onuruna, erdemine, iyilik ve değerbilirliğine dikkatlerimizi çeker.

Bir çelişkiler yumağıdır insan; tıpkı yaşamın kendisi gibi. O çelişkilerin içindeki dinamizmdedir insanın ve hayatın gücü; evrenin sonsuza akışı…Gölgeyi yaratan, nasıl ki ışığın kendisi ise; insanın iç dünyasındaki ve hayatın içindeki karanlıklardır onun iyi ve güzel yönlerini daha net olarak açığa çıkaran; iyiliğin, güzelliğin ışığını görmemizi sağlayan.

Haritada Bir Nokta öyküsünün başlarında Ada tutkusunu dillendirir Sait Faik. Ada, ona, çocukluk yıllarına özgü tüm güzellikleri ve masumiyeti çağrıştıran, hem ütopya hem de metafor özelliği taşıyan olağan dışı bir mekândır. Dışa kapalıdır Ada, büyük kara parçalarına ulaşılması için, onu çevreleyen denizin aşılması gerekir. O büyük karalar, geniş birer yeryüzü parçasıdır; tüm çelişkileri, açmazları ve gürültüleriyle dünyanın kendisidir.

Öykünün ilk bölümünde Sait Faik için Ada ve yeryüzünün tüm adaları olağanüstü yerlerdir. Buralarda hayat bambaşka biçimde kurulur; insanlar çocukluğa özgü değerler ve güzelliklerle doludur, onları yitirmemiştir. Haritada bir noktadır Sait Faik’in adası; haritada bir nokta olarak görülenler, sanki hayatın yeniden üretildiği, güzelliklerin saklandığı yerlerdir: Orada dört tarafı suyla çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adaleler, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgârlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce, haftalarca döven dalgalara ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, daha gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu öğreten, belki de öğretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doğulduğunu hayal ettiren bir düşünceyle haritalardaki maviliğin ortasında, kocaman kıtaların kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuş adalara bakar, kurar dururdum.”..

Upuzun bir cümleyle anlatmıştır ruhunda yaşattığı, hayallerinde anlamlandırdığı adayı, adaları Sait Faik. Bu hayli uzun cümlenin; alıştığımız, bildiğimiz ve onlarca kitaplık Sait Faik külliyatının cümleleri içinde bir ada gibi durduğunu; özel bir ada oluşturduğunu da söylemek mümkün.

Çocukluğundan beri, haritada bir nokta görünce yazarın içi kıpır kıpır olur. Mavilikler üzerindeki o küçücük nokta, pek çok çağrışımlar uyandırır zihninde. Ayrıntılarda, incecik imgelerde çoğalır Ada’nın anlamları. Unutmamak gerekir ki sonuçta dünyaya ait bir yerdir, yazarın kendini atıp sığındığı ada. Orası da dünyanın, hayatın, insanın bütün iç karmaşasını, çelişkisini ve bunların diyalektik bütünlüğünden doğan insan hallerinin çelişkili gerçekliğini barındırır kendi içinde. Ada, bir yanılsamadır aynı zamanda. Beckett’in sözlerini anımsatarak söylersek; “yeryüzündedir insan ve bunun bir çaresi yoktur.” Ada, ayrılamaz karalardan; kıtalardan ve yeryüzünden; hepsi bir bütünü oluşturur sonuçta. Sığındığı adayı zihin ve düş gücüyle yeryüzünden ayırıp koparır insan; ne yazık ki bu bir yanılsamadan başka bir şey değildir.

Sait Faik, zihnimizde yarattığımız adaların, ütopik mekânların; anı ve düşlerle ördüğümüz o naif ve masalsı yerlerin, sadece “idealar dünyası”nda var olduğunu sezdirir bize. Kendi kırılmışlıklarının içinden gösterir, hissettirir bu olguyu.

Hakikat bütünseldir; dolayısıyla yeryüzündeki her nokta, her ada, her kent, her köy… bütün mekânlar, insanın o çelişik gerçekliğini taşır kendi üzerinde. Kaçış yoktur kaostan; adaletsizlik, kötülük ve haksızlıklardan… Yeryüzünde her şeyi belirleyen, insanın ekmek mücadelesidir. Bu mücadele, “emek” kavramı ile bir anlam ve değer kazanır. Çalışmak, üretmek, emek vermek, para kazanmak ve ekmeğine kavuşmak… Yüzyıllardan beri o devasa çark böyle dönmekte; insanı böyle öğütmektedir. “Topu topu bir dilim kuru ekmek kavgası”dır yaşanan her şey… Ve acımasız bir kurtlar sofrasıdır bu dünya…

sait-faik-sezon-boyunca-anilacakSait Faik, zihninde ve hayallerinde ütopik (hatta kutsal) bir mekâna dönüştürdüğü adada, aynı ekmek kavgası, pay kapma kavgası içinde, insanın haksızlık, adaletsizlik, bencillik ve aç gözlülüğüne yakından tanık olur: Adadaki balıkçılar, yazarın o onurlu, erdemli, namuslu, sevecen balıkçıları, av dönüşündeki paylaşmada inanılmaz birer “kötü insan”a dönüşüverirler. Aralarına sokulup ava katılmış olan, yoksul, gariban bir balıkçının hakkını vermezler. Kimsenin yüzüne bakmadığı küçük bir dülgerbalığını bile ona çok görürler.

Kahvenin önünde, olaya tanık olan yaşlı bir adamın itirazını da dinlemez, onu ciddiye almazlar. İnsanın acımasız kabalığı, kötülüğü ve bencilliği, derinden yaralamıştır Sait Faik’i. Yoksul, gariban yabancı balıkçının umudunun sönüşünü acıyla dillendirir. Adamcağızın gülümsemesi, birdenbire yüzünde bir meyve gibi çürüyüverir. Çürüyenin sadece adamın gülümsemesi olmadığını; belki de asıl çürüyenin insani değerler olduğunu duyumsarız derinden derine. Sait Faik, güçsüz bir insanın yaşadığı düş kırıklığını ve umudunun yok oluşunu; diğer insanların ona yönelik acımasız kabalığının ve açgözlülüğünün ortaya çıktığı o müthiş kırılma ânını, inanılmaz etkili bir dilin içinde gösterir bizlere.

Kahvedeki bir sandalyeye çöküveren adamcağızın başına dikilen kahveci de, onu oraya oturtmak istemez. Acımasızlık, haksızlık ve kötülük kolektif hale gelmeye başlamıştır artık. Bunun üzerine oturduğu sandalyeden sessizce kalkar adamcağız. Bir yabancının ötekileştirilmesi ve dışlanmasını içeren bu sahneler gerçekten hüzünlüdür; acı verir insana.

Sait Faik, insan sevgisiyle dolu olmasına rağmen, insanların ne denli kötücül, karanlık olabildiklerinin derin bilgisine ve bilincine ulaşmıştır; yaşadığı olaylardan edindiği deneyimler, ona bu gerçeği göstermiştir.

İnsanlar böyledir işte! Sevse bir türlüdür sevmese bir türlü… Karanlık da insandadır aydınlık da… Müthiş bir çelişkidir bu… Çözümsüz bir çelişki… Haritada küçük bir noktada bile insan aynı çelişkilerini sergilemektedir…

Sait Faik, bütün bunların yazılması gerektiğini duyumsar derinden. “Yazmasa deli olacaktır.” “Yazmasa deli olma” hâli, ruhun içinden yükselen bir yazma dürtüsünün ötesinde, yazarın Ada’da yaşadığı, tanık olduğu insan hallerini anlatma, dile getirme ve bunları başka insanlarla paylaşma ihtiyacından da kaynaklanır.

Sanatçı, toplumun, insanın sadece güzel yüzünü göstermez, o, ayın karanlık yüzüne de işaret eden bir bilge gibidir. İnsanın tekinsiz, bencil, kötücül karanlığına da dikkat çekmeye çalışır. Yazmak ruhun derinliklerinden yükselen bir dürtü, karşı konulmaz bir istektir; ama aynı zamanda hayatın, cümleler yoluyla sayfalarda soluk alması, oraya kendi izlerini bırakması anlamına da gelir. Yazar, hayatın içinden süzdüklerini, bilinç ve bilinçaltında yaşattığı imgelerle bütünleştirir; iç dünyası ile dış dünyayı buluşturur böylelikle. Yazmak; bu dengeler üzerine kurulan, yaratıcı, esinleyici, yüceltici bir sürecin adıdır. Çeşitli nedenlerle yazmayı bırakan, yazmaya ara veren kimi yazarlar, bu olağanüstü yaşantıyı yeniden deneyimlemek ve zihnin imgelerle dansına kavuşmak için yeniden kaleme sarılırlar.

Rollo May’e göre, yaratıcılık; en basit şekliyle, ölü biçimleri, tükenmiş sembolleri ve yaşamını yitirmiş mitleri feshedip atmak demektir. Yazar, yaratmanın; bütün bunları insanın kendi ruhunun örsünde dövmesi kadar zor ve çözülmesi inanılmaz cesaret gerektiren bir bilmece olduğunu dile getirir. Yeni bir dünyanın yapısını biçimlendirmeye yardım etmenin gerçekliğinde derin bir yaratma coşkusu bulunur. Bu, yaratıcı cesaretin ta kendisidir ve henüz yaratılmamışları yaratabiliyor olmanın derin heyecanını da içinde taşır. Rollo May’e göre yaratıcı süreç, yepyeni biçimler, tarzlar, semboller için duyulan bir tutkunun dışavurumudur. Parçalanmaya karşı bir mücadeledir yaratıcı süreç. Uyum ve bütünleşmeyi doğuracak olan yeni varlık türlerinin varoluşa getirilme mücadelesidir. Dolayısıyla bu mücadele, kendi içinde de zorlu, çetin ve sancılıdır. Ayak basılmamış bir toprağa girmek, kimsenin yol göstermediği bir ormana dalmak gibidir. “Geleceğe doğru yaşamak, bilinmeyene doğru sıçramak” demektir. Sanatçı da yaratım yoluyla bu cesaretini insanlığa sunan kişidir.

Dış dünyadan, yaşantılardan yansıyan bir çelişki, bir kaotik durum, yazarın iç dünyası ile buluştuğunda çoğalıverir yazının gücü. Marguerite Duras yazma öncesindeki bu hali, bir tür delilik olarak nitelendirir: “Bir deliliğin içinde o deliliğin dibinde neredeyse tam bir yalnızlık içinde olmak ve sizi bundan yalnızca yazının kurtarabileceğini bulgulamak.”

“Dünya ağrısı”na çare bulmanın, hayata direnmenin bir yolu da yazmaktır. Böyle olduğunda bir varoluş biçimine dönüşür yazmak. Tezer Özlü, bu derin anlamı yükler yazıya, edebiyata. “Neden yazılır?” diye soran Tezer Özlü yanıtını da verir: “Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır.(…)Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olabilmeyi edebiyatla öğrendim.” Başka bir metninde “Neden edebiyat?” cümlesiyle kendini sorgulayan Tezer Özlü, şöyle devam eder sözlerine: “Yeryüzüne dayanabilmek için.” Sevgisiz bir yerdir dünya. Yeni bir dünya yaratmaktır yazmak; sevginin, özgürlüğün, iyiliğin ve güzelliğin egemen olduğu bir dünya düşlemektir harflerin içinde…

Karanlıklarda, Bilge Karasu’nun Dehlizde Giden Adam’ı misali yol almalıdır yazar. Bilge Karasu’nun sezdirdiği gibi, gün gelir en karanlık masallar yırtılıverir ve sayfalar arasından gökyüzü tüm maviliğiyle gülümser insana. Anlarız ki, insan var oldukça umut da var olacaktır. Albert Camus, “Edebiyatın olduğu yerde umut vardır.” derken yüreğimizi ışıkla, yazma ve okuma heyecanıyla doldurur. Binlerce çelişkiyi ve acıyı barındırsa da, yine edebiyatla, sanatla bir anlam kazanır bu yeryüzü, bu gökyüzü ve bu sonsuz denizler…

Sait Faik’in adalarında, yeryüzündeki karalarda, kıtalarda, kalabalık kentlerde, sakin kasabalarda… her yerde… İnsan var oldukça, tükenmedikçe, edebiyat ve yazmak eylemi var olacak; dolayısıyla umutlar da var olacak, hiç bitmeyecektir. İyi ki yazmış; yazmadan duramamış Sait Faik. Onun öykülerinde nice dünyalar ve nice umutlar soluk alıyor durmaksızın.

Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (26 Ocak 2015)

Yorum yapın