Bir Tatavla destanı | Can Öktemer

Nisan 1, 2016

Bir Tatavla destanı | Can Öktemer

can-oktemerEkin Can Göksoy‘un İletişim Yayınları‘ndan çıkan ilk öykü kitabı Münhal, geçen senenin en dikkat çeken kitapları arasındaydı. Ekin Can Göksoy, Münhal’de özellikle öne çıkan iki öykü Dolapdere Cadıları ve Saadet Apartmanı’nda güvercin tedirginliğinde yaşayan gayrimüslimleri, kentsel dönüşümün kollektif bellekte nasıl tahribatlar yarattığını, tarihe olan duyarsızlığı ve geçmişle hesaplaşmamanın insanın omzunda nasıl bir yük olduğunu resmediyordu. Göksoy geçtiğimiz günlerde yine İletişim Yayınları etiketiyle ve Levent Cantek editörlüğünde raflara düşen ilk romanı Epope Tatavla‘yla bu sefer okuyucuyla karşımıza çıktı.

Ekin Can Göksoy, Epope Tatavla’da bizi 1930’lu yılların genç Cumhuriyetine götürüyor. 1930’lı yıllar Türkiye’si, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının modern bir ulus devlet inşa etme sürecidir. Başta dil devrimi olmak üzere, tarih, kültürel hayat yeniden yazılır ve biçimlendirilir. Ekin Can Göksoy da arka fona bu gelişmeleri ekleyerek bir kimyagerin gözünden o dönemi anlatıyor bizlere.

Bir zamanlar Tatavla

Epope Tatavla, Fransa’da tahsil hayatını tamamlamış, Almanya’da çalışmış genç kimyager Mahir’in hayatına odaklanıyor. Mahir, uzun süren yurtdışı deneyimden sonra memleketine dönüyor ve İstanbul’da Türkiye Cumhuriyeti Uyuşturucu Maddeler İnhisarı fabrikasında çalışmaya başlıyor. Böyle bir fabrikada çalışan  herkes gibi o da uyuşturucu müptelası. Mahir, hikaye boyunca bizlere kafası dumanlı bir dünyadan seslenmekte, gerçekle ve hayal arasında gelgitler yaşamaktadır.  Mahir, o zamanki adıyla Tatavla’da(Şimdiki adıyla Kurtuluş’ta) yakın arkadaşı Kavalieros’la birlikte kalmaktadır. Kavalieros, Nazım Hikmet şiirleri seven bir komünist ve bu sebepten de devletin pek olumlu bakmadığı birisidir.

epope-tatavlaGöksoy, 30’lardaki Tatavla’yı titizlikle dönemin gerçekliğine uygun bir şekilde, resmediyor.  Bugün kollektif belleğimizde yer almayan, Tatavla’nın zamanla değiştirilmiş sokak isimleri, yıkılmış mekanları onun satırlarında yeniden vücut buluyor. Bununla beraber henüz 6-7 Eylül ve Varlık Vergisi gibi devletin gayrimüslimlere karşı uygulanan ayrımcı politikalar henüz başlamadığından çok kültürlü bir Tatavla ile karşı karşıyayız, kendisi de bir söyleşisinde şöyle tanımlıyor burayı:

“İstanbul’da oturduğum dört buçuk yılın dördünü Tatavla ve civarında geçirdim. Tatavla benim için İstanbul’un her daim anlatılan çeşitliliğinin sahih bir yansımasıdır. Tatavla’da Rumlar, Ermeniler, Museviler, Nijeryalılar, LGBTİ bireyler, Suriyeli göçmenler, Türkler, Kürtler beraber yaşar. Tatavla’da çay bahçesinde bira içebilirsiniz; Afrikalı göçmenlerin de 16.yy’dan beri orada yaşayan, orayı kuran Rumların da kilisesi vardır. Diyarbakırlı bir teyzeden içli köfte alabilir, Paskalya’da çörek yiyebilirsiniz. Tatavla, çokkültürlülüğün İstanbul’daki merkezidir bana kalırsa ve yıllar içinde kaybettiklerimizin ne kadar değerli olduğunu bize anımsatır.” [1]

Mahir, aynı zamanda şiirlere de uğraşıyor, uğraşıyor dediğim henüz tamamlayabildiği bir şiiri yok. Kendisi kafasında uçuşan cümleleri toparlayıp Tatavla’nın yazılmamış destanını yazmak istiyor ama bunu yapmak için kendisinde bir türlü o cesareti bulamıyor. Lakin etrafındaki herkes onu şair olarak biliyor. Mahir’in edebiyatla yakın ilgisi olduğunu bilen patronu Hüsamettin bey onu dönemin önemli edebiyatçılarıyla tanıştırıyor. Örneğin bir gece Maxim gazinosunda onu Peyami Safa’yla bir araya geliyorlar. Malum 30’lu yıllar Türkiye’sinde edebiyatçının, sanatçının toplumu Cumhuriyet’in idealleri doğrultusunda şekillendirme görevi verildiği dönemdir. Mahir ve Peyami Safa arasında bu doğrultuda bir tartışma yaşanıyor. Peyami Safa, aydınların görevinin toplum ahlakını şekillendirmesi olduğu  görüşündedir lakin Mahir ise bu duruma hararetle karşıdır: “Dünyanın ahlakını şekillendirerek toplumları aydınlatma görevi muharrirlerin omuzlarına yüklenecek namütenahi bir yük kanımca.”

Ekin Can Göksoy, 30’lu yılların İstanbul’un gece hayatını, balolarını, kulüplerini, sanatçıların bohem dünyasını, son derece başarılı bir şekilde yediriyor öyküsüne. Bugünden oldukça farklı ve şenlikli bir İstanbul’la tanıştırıyor bizleri. Göksoy, Epope Tatavla’da dönemin kültür sanat hayatını da titizlikle ele almış, özellikle o yıllarda tartışılan meseleleri gerçekçi bir şekilde kurgulamış. Bunu yaparken de dönemin önemli sanatçılarını hikayesine konuk etmeyi unutulmamış. Muhsin Ertuğrul, Afife Jale, Selahattin Pınar gibi o yılların önemli sanatçıları da arz-ı endam ediyor hikayede.

Geçmişin hayaletleri

Ekin Can Göksoy’un 30’lı yıllar Türkiye’sine tuttuğu projeksiyon sadece kültür sanat hayatıyla sınırlı değil. O yıllar aynı zamanda Türkiye’de ulus devlet anlayışıyla yeşeren Türkçülük ve Güneş Dil Teorisi tartışmalarının da yaşanmaktadır. Bununla beraber 30’lı yıllarda Almanya’da yükselen antisemitizm doğrultusunda Yahudi bilim insanlarının Türkiye’ye davet edildiği dönemdir. Göksoy, genç Cumhuriyet’in bilim ve tarih anlayışını da hikayesine başarıyla aktarıyor. Yahudi Bilim insanlarına üniversitelerde yer verilmesi, Güneş Dil Teorsine karşı çıktığı için üniversitelerden ayrılmak durumunda kalan profesör Epope Tatavla’da karşımıza çıkıyorlar. Dönemin tarih yazıcılığı da kitabın önemli bir bölümünü oluşturuyor. Cumhuriyet’in kurucusu kadrosu, geçmişini unutup, devleti bir tür tabula rasa üzerine inşa etmek istiyorlardı. Dolayısıyla bu anlayış tarih yazıcılığına da sirayet etmişti. Özellikle kolektif bellekte yer almış kimi imgelerin, mekanların ne kadar tahrif edilirse ve tarih yazımı da belli bir ideoloji çerçevesinde olursa toplumların unutma eğilimi o kadar yaygın olur. Bugün yakın tarihimize dair belleksizliğimiz biraz da bu yüzden değil midir zaten? Kitapta ise bu durum çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkmakta; 1931 yılındaki davada [2]Surp Agop Mezarlığının dönemin önemli tarihçilerinden Ahmet Refik Altınay’ın ‘belgelerle’ arazinin Ermenilere değil de  Sultan Beyazıt Veli Vakfı’nın mülküne ait olduğunu ‘kanıtlaması’ ve bunun sonucunda kendisine  Büyükada’da bir ev hediyesi edilmesi de hikayede karşımıza çıkıyor mesela:Reisicumhurun önemli bir lafı vardı çocuklar. Bilir misiniz? “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. “

Ekin Can Göksoy’un etkileyici bir anlatım tarzı var, hikayesini uzun betimlemelerle hiç bir detayı es geçmeden aktarıyor. Kitabın özellikle Mahir’in eroini fazla kullandığı gördüğü halüsinasyonlar çok başarılı bir şekilde yazılmış.  Bununla beraber kitabın öne çıkan en önemli kısmı, 30’lar Türkiye’sinin gerçekçi bir şekilde resmedilmesi. Başta diyaloglar olmak üzere, dönemin atmosferi, mekansal kurgusu ve gerçek tarih olaylar hikayenin içerisine sırıtmadan yediriliyor. Sözün özü; Epope Tatavla, son dönemin en iyi romanlarından, kesinlikle es geçilmemeli.

Can Öktemer – edebiyathaber.net (1 Nisan 2016)

[1] Röportajın tamamı için: https://www.edebiyathaber.net/ekin-can-goksoy-bence-tatavla-cokkulturlulugun-istanbuldaki-merkezidir/

[2] Surp Agop Mezarlığı üzerine detaylı bir yazı için: https://bianet.org/bianet/azinliklar/132420-bir-gasp-hikayesi

Yorum yapın