Bir “sürgün”den kalanlar…| Merve Koçak Kurt

Nisan 30, 2018

Bir “sürgün”den kalanlar…| Merve Koçak Kurt

Sevgili Okur! “Gözleriyle ufku tarıyor ve rüzgârın orasıyla burası arasında taşıdığı harflerin ufukta dans edişini görüyor. Giden harfler, gelen harfler, bekleyen harfler, yanıtlayan harfler, ağlayan harfler, hatırlayan harfler, yok olmayan korkutucu bir yerin anısını saklayan harfler, Paris’teki çatı katından Tahran’daki evlerin çatılarına giden sözcüklerden uzun bir çelenk gibi asılı harfler.”

Hüzünlü bir yazı olacak bu; baştan söyleyeyim. Kitaplardan kurduğumuz dünya hayali her zaman günlük güneşlik/ bahar bahçe olmuyor; hep kuşlar cıvıldamıyor okurken. “Her biri kendi sözcüğünü, acı sözcüğünü, işkence sözcüğünü, haksızlık sözcüğünü tekrarlayan tüm annelerin mırıldanışını duyuyorum.” bazen yazarken…

Maryam Madjidi’nin 2017 Goncourt İlk Roman Ödülü alan Marx ve Oyuncak Bebek kitabından kalan duygu, koyu bir hüzün oldu. (Profil Kitap’tan çıktı kitap. Çevirmen Barış Tut’a ayrıca teşekkür etmeli; çünkü kendi dilimde bir roman okuyormuş hissiyle okudum romanı.)

İdealleri uğruna yaşadığı ülkeyi, çok sevdiği toprakları terk eden insanların öyküsünü anlatmış Madjidi. “Bir zamanlar annenin karnında”, başlıyor hikâyesi; Uzakta bir duman bulutu, silah sesleri, çığlıklar. Korkuyorum, tehlikeyi hissedip karnın biraz daha içlerine büzülüyorum ama bu karın önüne geçilemez bir güçle ölüme doğru itiliyor.” Yıl: 1980, Yer: Tahran Üniversitesi…

Daha anne karnındayken İran Devrimi’nin ilk saatlerine tanıklık ediyor yazar. Altı yıl sonra, annesiyle beraber, Paris’te sürgün olan babasının yanına göç ediyor.  “Seni yazıyorum. ‘Senin için’, ‘sana’ yazmıyorum, hayır, ‘seni yazıyorum’ demeliyim aslında. Yüzünü düşlerime bulaştırıyorum, yalanlarıma, beni rahatlatan her şeye karıştırıyorum, ellerimi boya kaplarına daldırıyorum gözlerinin izinde.” Annesine böyle sesleniyor işte küçük kız; yıllar sonra romanını yazarken.

Birbirine ulanan bölümlerle ilerliyor anlatı ve geri dönüşlerle hareketlendirilmiş. Madjidi, ülkesinden ayrılmasını, yeni ülkede yeni bir dil öğrenirken ana dilinin belleğinden silinmesini ve yıllar sonra, toprağa gömülmüş ana dilini yeniden canlandırma çabalarını anlatıyor. Bunu yaparken samimi ve lirik bir dil kullanıyor. Yer yer ritmi düşse de, baştan sona kadar merak duygusunu diri tutuyor kitabın.

O kadar tanıdık bir yazgı ki; başka bir yerde geçiyor olması önemini yitiriyor. “Acı”yı “anı” yapmak için bazen yazmak gerekiyor sanki. “Yazarak ölüleri mezardan çıkarıyorum. Bu mudur öyleyse benim yazarlığım? Tersten mezar kazma işi. Benim de bazen midem bulanıyor, boğazımda ve karnımda hissediyorum bulantıyı. Lanetliler mezarlığına benzeyen geniş ve sessiz bir düzlükte dolaşarak anıları, anekdotları, acı yüklü ya da yürek sızlatan öyküleri mezardan çıkarıyorum. Bazen çok kötü kokuyorlar.”

Sevgili Okur! “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.” demiş ya Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar’da. Majjidi’nin Marx ve Oyuncak Bebek kitabını bitirdikten sonra bende de öyle oldu. “Keşke yazarın dil(ler)ini bilseydim de onunla karşılıklı kahve içip söyleşseydik.” dedim. Umarım, sen de okuduktan sonra bu hisse kapılırsın ve birçok cümlenin altını çizersin benim gibi.

“Ömrümü öyküler biriktirerek geçirmek isterdim. Güzel öyküler: Onları bir çantaya koyar, yanımda götürürdüm. Sonra, zamanı geldiğinde, bakışta canlanacak sihri görmek için, dikkatli bir kulağa sunardım onları. Tüm varlıkların kulaklarına öyküler ekmek isterdim. O öykülerden, eksik, olmayan çiçeklerin, hediye edilmiş olması gerekirken edilememiş tüm Gole Maryam’ların yerine, mis kokulu çiçekler çıksın istiyorum.”

Kitabın başlıkları, yersiz yurtsuz bir sürgün olmanın ne demek olduğuyla ilgili bir fikir edinmemizi de sağlıyor: “15 metrekare, kruvasanlar, meydan, harfler, resimler, konuşmama, yememe, kayıp dilin izinde, Fransızca yanlışları, nasıl Fransız olunur, bir varmış bir yokmuş, barışma, dönüş, özgür bir kadın, takside Hâfız, bir varmış bir yokmuş…”

Dilini arayan o küçük bir kız büyüyor. “Bana geri döneceksin, dalgalı harflerime, yumuşak ve iniltili müziğime, şiirime de elbette.” diyen ana dilinin çağrısına boyun eğiyor ve en sonunda, onunla barışıyor; doğduğu topraklara gidiyor yine. Fransız vatandaşı , “özgür bir kadın” olarak. Hatta İran’da bir sevgilisi oluyor ve onu ülkesine benzetiyor. “Yaraların, sıyrıkların, yara izlerin, hepsi örselenip yıpranmış İran’ın simgesi. Ayetullahlar tarafından yağmalanmış İran’ın. Bu yıkılmış gençliği temsil ediyorsun, sadece gençliği de değil, tüm bir ülkeyi.” Tam da burada İbn-i Haldun geliyor aklıma; “kader” olan “coğrafya”lar ve de…

Kitap bitiyor, yeni bir kitaba yol açıyor. “Güneşte unufak olmuş mermer bir sütun/ Denize gömülmüş bir dağ/ Ay’ın her gece yıldızlara anlattığı bir düş/ Hep aynı düş” derken kitaptaki “bir varmış bir yokmuş” masalı… Sen okurken, ben yazarken; birlikte okuyup yazarken… Hep aynı aşkla, şevkle, heyecanla… Yol’a devam!

Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (30 Nisan 2018)

Yorum yapın