Bir rüyaya dalmak: Pîrî’yi okuma deneyimleri | Erhan Sunar

Temmuz 10, 2015

Bir rüyaya dalmak: Pîrî’yi okuma deneyimleri | Erhan Sunar

piriFaruk Duman’ın Pîrî romanının bir okur olarak bende uyandırdığı ilk etki, derin bir sessizlik hissi oldu. Romanın iç unsurlarına dikkat etmeye hazır bir bilinçle ikinci okuyuşumda da değişmeyen bu durum, onun gerçeklikle alışverişini teknik yönden ya da hayat ayrıntılarına bağlılık ile değil de belki rüyaların anımsatacağı ölçüde sağladığını, bunun için de onu yazılı bir metin gibi okumanın son kertede gereksiz olmasa bile yetersiz olacağını düşündürüyordu; ama her ne olursa olsun bir kere kelimelere dökülmüş kurmaca bir metin için bu bir yandan da yanıltıcı olmaz mıydı?

Yoğunlukla hayal kurarak ve alışılmışın dışında bir sakinlikle okuduğum sayfalarda edebi bir maharetin, birtakım gizli yazınsal düzenlemelerin olduğunu sezebiliyor, ama kuracağım bu türden bağlantıların beni bir biçimde huzursuz edeceğini, belki de etrafı yumuşak bir haleyle kuşatılmış gibi duran sessizliğin dışına atacağını hissediyordum. Bu yüzden biri diğeri ya da bir durum hakkında (diyelim Yusuf Paşa, Seferis hakkında) bir şeyler söylediğinde zihnim bu iki kişi ya da durum arasında hemen ve düzayak bir ilişki kurmak yerine, ikisini bir ve aynı şey olarak algılamaya başlıyordu. Elbette bu durum da bir yanıyla oldukça edebiydi, ama benim bunu kesinleyebilmem için daha fazla ipucuna, belki de görüntüye ihtiyacım vardı.

Roman kendi etrafında dönen kapalı bir bilinçle oluşuyor gibiydi. Bahsedilenlerin ne kadarının Yusuf Paşa’nın rüyaları, ne kadarının gerçek, ne kadarının anımsama veya hikâye olduğuna tam olarak karar veremiyordum. Gördüklerimin, işittiklerimin gizli bir el tarafından yönetildiğine, bir rüya görüyor olduğumu tam olarak bilsem belki inanabilecektim; ama Borges’in Tanrı’nın varlığıyla ilişkilendireceği bu durum, benim için neredeyse açık denizde seyretmek gibiydi: Gördüklerim azıyla çoğuyla hep birbirine dönüştüğü için (rüyaların mavi yüzeyi), onları gerçekten gördüğümü mü, yoksa anımsayıp hayal mi ettiğimi ayırt edemiyordum. Karanlık bir deniz üzerine bir geminin içinde girişilmiş küçük bir sohbet, o anda, benim için, belki de dalgaların sesiyle belli belirsiz duyulur oluyordu.

Kesin bir ifadeyle söylemek gerekirse, düşünmeyi unutmuş gibiydim. Kelimeleri birtakım siyah işaretler gibi görmekten bu istemsiz vazgeçiş, bahsi geçen kişilikler hakkında tam bir hükümde bulunmamı, onları ve ilişkilerini anlamamı, anlattıklarını aklımda bulundurup birtakım sonuçlara varmak için kullanmamı, kısacası onları çevremden birileriymiş gibi tanımamı zorlaştırıyordu. Ne olursa olsun bir kavramın, bir düşünüş şeklinin cisimleşmesi olarak da göremiyordum onları. Onları bir arada tutan bağ ise, diyelim bir büyük hikâye (ya da, belirgin bir adlandırmayla, olay örgüsü) değil, sanki rastlantısal bir dokuydu; bir yolculuk için bir araya gelmiş olmaları bile, yolculukları sürdükçe, unutuluyor, varılacak yer yalnızca benim için değil, onlar için de görünmez oluyordu. Kişiliklerinin parlayan yanları, içlerinden birinin ölümü, bir deniz savaşının ayrıntıları, hayal edilen Kadın ve bakışları anımsanan Anne; bunların hepsinin varlığı, tıpkı rüyalarda olacağı gibi, hem yoğun hem de, biliyordum ki, geçiciydi. Bütün bunları ben düşünmüyor, hissediyordum.

Daha okurken birçok ayrıntının hatıraya dönüşmesi gibi, sayfaları kapattığımda kitabın da en büyük etkisinin, ben onu ve içyapısını hatırlamaya çalıştıkça benden uzaklaşmak olacağını anlayabiliyordum. Ama gördüklerinin yalnızca bir rüyadan ibaret olduğunu uyanınca anlayan bir talihsizden farkım olacaktı: Ben bu rüyadan uyanmış olmaya hayıflanmıyor, asıl onu görebilmiş olmama seviniyordum.

Erhan Sunaredebiyathaber.net (10 Temmuz 2015)

Yorum yapın