Bir öykünün içinden çok dışını anlatıyor “Bazen Hayat” | Şule Tüzül

Mayıs 17, 2018

Bir öykünün içinden çok dışını anlatıyor “Bazen Hayat” | Şule Tüzül

Kitap tavsiyelerine her zaman güvendiğim bir arkadaşım, bir kitap uzatıp “Nasıl bulacaksın?” dediğinde, ilk gözüme çarpan kapak ve ismi bende pek de yakın duygular uyandırmadı. Hatta arkadaşıma ismini beğenmediğimi de söyledim. Eve dönünce kitabı okunacaklar arasına koydum, uzun süre orada kaldı. Sonra başka bir şeyler okumaya heveslenirken, aman kısaymış, aradan çıkarıvereyim, dedim.

Gerçekten son derece nedensiz bir önyargı ile başladığım Sine Ergün’ün Bazen Hayat isimli öykü kitabı, ilk öykü ile bana “kendine gel” dedi. Anlatıcı isimli ilk öykünün yoğun tadını kaybetmemek için ikinci öyküye geçmek için bir süre bekledim. Öyküler kısacıktı, o yüzden hemen bitmesin diye bir sonraki öyküye geçmeye kıyamıyordu insan… 28 adet kısacık öyküden oluşuyor Bazen Hayat. Kitabı bitirdiğimde ismi ile ilgili düşüncelerim tamamen değişmişti, Bazen Hayat tam da bu öyküleri oluşturan bir kitaba verilecek en iyi isimdi. Kapak resmi de öyle.

Sonrasında internette başladım Sine Ergün’ü araştırmaya. 1982 doğumlu genç bir yazar. Bir de hemşeri çıktık, annemin memleketi Biga’da doğmuş. Bazen Hayat, ikinci kitabı ve Sine Ergün Sait Faik Öykü ödülünü almış bu kitapla. Geçen yıl yayınlanan üçüncü öykü kitabı Baştankara ise Birleşmiş Milletler ödülünü almış. Bir de baktım, Türkiye edebiyat camiasını birbirine zıt iki gruba bölüvermiş Sine Ergün. Bazı yazılar Ergün’ün öykülerini göklere çıkarırken, bazı yazılarda bugüne kadar okuduğum en ağır eleştiri cümlelerine rastladım. Üstelik nasıl bir yerden yere vurma hali! Bazen Hayat’ta yer alan öykülere bakarak şunu söyleyebilirim: o kısacık metinlerde hayatın öyle ince, öyle flu, öyle belli belirsiz detayları var ki, onları kaçırdığınızda o kısacık öykülerin sonunda elleri bomboş kalma riskiniz var. Ve aslında o detaylar öylece orada duruyorlarken…

Herhangi bir konuyu en kısa biçimde anlatmak dünyanın en zor işlerinden biri bence. Hele sözcüklerle anlatımı bile zor konular için bu neredeyse imkansızdır. Sine Ergün tam da bunu yapmış. Günlük yaşamın, öylece yanımızdan geçip gidiveren, sıradan ama içimizin bir yerinde unutulmamacasına izi olan anlarını, bir belirip bir kayboluveren o duyguları, bir anlık öfkeleri, kıskançlıkları, aşkın, nefretin, kederin ve sevincin bin bir türlü halini kısacık öykülerinde o kadar iyi anlatmış ki. Bunu başarabilmek için bir insanın hayran olunası bir zekâ ve duyarlılığa sahip olması gerektiğini düşünüyorum.

Okumayı tercih ettiğim yazarları ruh akrabaları olarak görürüm. Onların da ruh akrabaları olan okurlarına yazdıklarına inanırım. Sine Ergün okurlarının bu iki zıt gruba ayrılma nedenlerinden biri de bu bence. Sine Ergün ruh akrabalarına kısacık öyküler göndermiş. Son derece basit ve yalın anlatımı, son derece anlaşılır bir dili olan bu öykülerin içine girebilmek, yakınlaşabilmek, okura dokunabilmesi, bu öykülerle herkesin ruh akrabalığı kurabilmesi mümkün olmayabilir. Ben her öyküyü kendime çok yakın buldum, her öykünün incecik sızısını, incecik mizahını içimde duydum.

Bazen Hayat’ın içinde yer alan öykülerin her biri bir fotoğraf gibi. Fotoğrafçı olsam her bir öykünün fotoğrafının peşine düşerdim, belki sonunda da Bazen Hayat diye bir sergi açardım. Bir fotoğrafa baktığınızda önce hayatın bir anından kesip çıkarılmış, bir kadrajın için hapsedilmiş o anı gösteren bir kareye bakarsınız. Baktığınız anda tanımlayabileceğiniz kadar açık bir hayat parçası, her şey orada o karenin içinde durup size bakıyordur çünkü. Hemen sonra o karenin içinde bir yere, bir noktaya, bir nesneye, bir insana ya da bir insanın gözüne, eline bir yerine odaklanır gözünüz. Sonra bakışınız genişler tekrar, önce karenin içinde gördüklerinize doğru, ama sonra kadrajın dışına çıkar zihniniz, fotoğrafta gördüğünüz her ne ise genişlemeye başlar. Fotoğrafçının hüneri de budur; kadrajın içinden çok dışını anlatır fotoğraflar. Sine Ergün öyküleri de işte öyle. Günlük yaşamın herhangi bir anını alıp koyuyor öyküsüne, okuru o ana odaklıyor, sonra o anla bağlantılı belki birkaç ayrıntı daha, o kadar… Ve öykü tamamlanıyor. Ama okurun zihninde başlıyor genişlemeye… Bir fotoğrafçı gibi, öykünün içindekilerden çok dışını anlatıyor Sine Ergün de…

“Her şey göründüğü gibi olsaydı, yaşamanın ne anlamı olurdu?” der Umberto Eco, Foucault Sarkacı’nda.

En yakın dost sohbetlerinde bile sıradan herhangi bir konuda sohbetin bir anında dilinizin ucuna gelip de söyleyemediğiniz şeyler vardır. Söyleseniz çıplak kalırsınız, söyleyemezsiniz, sonsuza kadar sizde kalır. Bazen de söylersiniz, çırılçıplak kalma pahasına, o an geçip gider, herkes unutur siz unutmazsınız, o çıplaklık hissi hep sizde kalır. En mutlu zamanların biteceğini haber veren anlar vardır, görmezden gelinen, o da bir sızı olarak içerde kalır. Birilerini dinlerken, bir an kendi geleceğinizi görürsünüz anlatılanlarda, kısacık bir an. Onu da atarsınız içinizde bir yere. Bir de bakışlar vardır, en çok da bakışlar, bir an öyle karşılaşıverdiğiniz, sonra hemen bir sonraki ana geçip geride kalıveren bakışlar, bakışlar, bakışlar… Arkadaşınızla konuşurken, sevgilinize dokunurken, annenizle kavga ederken, işte, sokakta, yolculukta, yemek yaparken, bir görünüp bir kaybolan bir sokak kedisini izlerken, ağlarken, ağlayamazken, film izlerken, ya da hiçbir şey yapmazken, öylece dururken geçip giden bazı kısacık anlar. Çoğu zaman sözcükleri olmayan, olsa da dile gelmeyen, gelemeyen… İçinizde bir yerlerde öylece duran… İşte onların hepsi ile Bazen Hayat’da karşılaşabilirsiniz.

Şule Tüzül – edebiyathaber.net (17 Mayıs 2018)

Yorum yapın