Bilincin yolu, kendi hikâyesini anlatan insandan geçer! | Aysel Sağır

Temmuz 4, 2018

Bilincin yolu, kendi hikâyesini anlatan insandan geçer! | Aysel Sağır

Yapısı itibariyle, “sözsel dokusu açısından diyalojik/söyleşimsel veya polifonik/çok sesli” olan roman, yazın alanında önemli bir yerde duruyor. Zira bir şeyler akıp giderken, roman kayıt tutuyor. “İnsan bilincinin sahip olduğu en zengin ve en kapsamlı” kayıtlarından biri olan roman, “gelişmiş bir araç” olarak da insan zihnini yorumlayan bir özelliğe sahip. David Lodge, Bilinç ve Roman’da, bu yorumsal zenginliğin hakkını fazlasıyla verirken, akademisyen, teorisyen, eleştirmen özellikleriyle de aynı zenginliği bünyesinde taşıyor. Bu yüzden olsa gerek, eserinde edebiyatın önemli başlıkları mevcut.

Romanın uğrak yerlerini 19. yüzyıldan itibaren döneme damgasını vuran yazarların, eleştirmenlerin izleriyle takip eden Lodge, yirminci yüzyılın sonlarına kadar gelerek post-modern edebiyatı da yakalamış. Tabii öncelikle bilinçle yapıt ya da yapıtla bilinç arasındaki ilişkiye yakından bakarak. Bu ilişkiyi ise, referans konusu yaptığı düşünürler ve yazarların eserleriyle gerçekleştirmiş. Buradan hareketle tekrar romana dönersek, yani onun bilinçle olan ilişkisine, Lodge bu konuya oldukça kafa yormuş. Bilinç üzerine -yeni bilimsel araştırmaları da baz alarak-, temellendirmeye çalıştığı argümanlarını yapıtlardan sunduğu örnekler üzerinden şekillendirmiş. Öncelikle, Lodge’un bunları anlatırken sıkıcı, teorik çerçeveden hareket etmediğini özellikle belirtelim. Aksine, ele aldığı yapıtlar ve yazarlar bizim yakından tanıdığımız karakterler. Böylelikle Lodge,  inceleme konusu yaptığı yazarlar ve onların pasajlarından sunduğu örneklerle, okuyucuyu da incelemelerine katmış oluyor.

Bilinmeyen gezegen…

Örneğin, “Biz…” diyor Milan Kundera Lodge’un örneklediği bir alıntıda: “Şimdinin somutluğunu yitirmeyi kabulleniyoruz… Bizim ihtiyacımız olan, sadece birkaç saat önce deneyimlediğimiz bir sahneyi hesaba katmak: Diyalog, kısa bir özete sıkıştırılır, mekân birkaç genel özellikleriyle verilir. Bu yaklaşım en güçlü anlara uygulanır… Biz özenle bir günlük tutup her olayı not alırız. Bir gün not aldıklarımızı yeniden okuduğumuzda onların somut bir imgeyi bile çağrıştırmadığını görürüz. Ve daha da kötüsü: Hayal gücü, hafızamızın hareket etmesine yardım edip unutulan bir şeyi yeniden kurdurmaz. Şa an-algılanan bir fenomen olarak şimdinin somutluğunu gözetmek için… bizim için bilinmeyen bir gezegendir: Bu yüzden hafızamızda onu (şimdi’yi) ne tutabiliriz ne de hayal gücü yoluyla yeniden kurabiliriz…”

Edebiyat bize bir deneyim sürecine dolaylı sahip olma imkânını sunarken, bir bilinç oluşumunu göz ardı edebilir miyiz? Yani bunun bize “gerçeklik içinde asla yapamayacağımız bir deneyim” süreci olarak dönmesini. Öncelikle romancıların “genel ortalamadan daha iyi hatırlama yeteneğine” sahip oldukları konusunda anlaşalım! Zira “Hafızanın tümü(nün) kaçınılmaz olarak eksik ve bölük pörçük” olduğu gerçeğinden hareketle, bu hatırlama çok önemli. Bu ise tek yönlü olmayıp, okuma ve yazma sürecinde oluşan bir şey. Yani yazar, yazarken, okur da okurken bilinmeyenler açığa çıkıyor. Zira “tutkulu bir romanda olay örgüleri ve ilişkilerinin anlaşılma süreci, her zaman bir öğrenme” sürecini de beraberinde getiriyor. Tam da burada, birinci şahıs ve üçüncü şahıs anlatımlar giriyor devreye. Zira yazarın kendi sesi, bilinç durumu açısından önemli. “Hiçbir şeyin kesin olmadığı, aşkın inancın bilimsel materyalizmle baltalandığı ve hatta bilimsel nesnelliğin bile görecelik ve belirsizlikle nitelendirildiği bir dünyada bilinci aktarmanın tek özgün yolu kendi hikâyesini anlatan bir insanın” sesinden geçiyor.

Dickens, Forster, Roth…

Başka bir yanıt da, roman okumaya niye gerek duyduğumuz sorusunda gizleniyor. Öyleyse, neden roman okuyoruz? Lodge’un buna verdiği yanıt tümüyle bilinçle ilgili. Zira kendi dışımızdaki insanların bilinçlerinin neye benzediğini merak ediyoruz. Ve roman da oldukça ikna edici bir hisle bunu bize sunuyor. Öznel deneyimlerimizi nesnel anlatıyla sunmaya ihtiyacımız var. Sorular çoğaltılabilir. Zaten yazarın da romanlarla yaptığı gezintiyi -sesli düşünerek- okuyucuyla paylaşması bundan. Dolayısıyla, Dickens, Henry James, Forster, Philip Roth gibi birçok yazar ve onların yapıtlarını kitabın ana teması (bilinç) etrafında örerek bu yüzden yorumluyor.

Örneğin şöyle diyor Lodge: “Henry James, iyi bir bilinç romancısıydı. Bilinç onun konusuydu: Bireylerin dünyayı sahşen nasıl yorumladıkları ve bunu nasıl yanlış anladıkları; hassas ve zeki bireylerin zihinlerinin kendilerini yönlendiren arzuları ve diğer insanlarınkini nasıl durmadan analiz ettikleri, sezdikleri, şüphe duydukları, sorguladıkları…”

Lodge’un, bir yazar ve edebiyat akademisyeni olarak kendi yapıtaşlarını özetlediğini söylemeye gerek yok.  Dönemleriyle birlikte ele aldığı tüm yapıtlar ve yazarlarla kendi bilinci arasındaki bağı sergilemesini de. Ama bu bağın sadece kendisine ait olduğu düşünülmesin, yayılarak genişleyen bilinçlerle ortak bir özellik oluşturuyor.

Aysel Sağır – edebiyathaber.net (4 Temmuz 2018)

Yorum yapın