Bilen hatırlasın, bilmeyen bulsun, Tom Robbins var! | Duygu Bayar Ekren

Ekim 4, 2016

Bilen hatırlasın, bilmeyen bulsun, Tom Robbins var! | Duygu Bayar Ekren

tom-robbinsUmutsuz olmak, inançsızlık ve kendine düşkünlüktür.

Kendini, dünyada sürekli olup biten milyonlarca harika şeyin önüne koymaktır.

Giovanni Fusetti

Erleichda!

Her romanında gülmenin, hazzın, oyunbazlığın hayati ciddiyetini, tabiatın ve bedenlerimizin azametini, her ne olursa olsun nefes alıyor olmanın kıymetini cebimize sokuşturup kaçışını seviyorduk. Absürt hikayelerini döke saça, iştahla anlatırken bir yandan ruhumuza kederin panzehrini akıtıyordu.

Günlerin bunaltısı beni Tom Robbins’e çekip duruyor. Dönüp dönüp bakıyorum. Adam, diyorum, pancardan roman yapmıştı sahi, nasıl yapmıştı? Hem pancar da neymiş, tuhaf tuhaf insanların, yaratıkların olmayacak hikayelerini hepimize bir güzel yutturmuştu da bir araya gelmez sandığımız şeyleri birbirine sürterek kıvılcımlar çıkarmasından, dilinin çıngıraklı kıvraklığından, o grotesk, muzip yaratıcılıktan serseme dönmüştük. Bu muydu?

Bunca acayipliğin gürültülü çalkantısından geriye kalan o şırıltılı, serin duyguyu seviyorduk galiba daha çok. O ırmak yeşili oh hissini. Her şeyin mümkünlüğünü, birbiriyle bağlantısını, sözün böyle de söylenebiliyor olmasını. Her romanında gülmenin, hazzın, oyunbazlığın hayati ciddiyetini, tabiatın ve bedenlerimizin azametini, her ne olursa olsun nefes alıyor olmanın kıymetini cebimize sokuşturup kaçışını seviyorduk. Absürt hikayelerini döke saça, iştahla anlatırken bir yandan ruhumuza kederin panzehrini akıtıyordu. Oh ki hiçbir duygunun içimizde korkuyla ezilmediği, oyun ve keşif duygusuyla her şeye ilk ve illaki dokunduğumuz gençliğin hayaleti peşimizi hiç bırakmayacak.

Dünyanın aslında bu kadar olmadığını sadece kahinlere, şamanlara, yarı hayvan yarı tanrılara değil, Matisse meraklısı hacker anneannelere, kirli çoraplara, tahttan sürülmüş kraliyet ailelerine, otostopçu kovboy kızlara, kanun kaçaklarına, fasulye konservelerine, cazibeli rahibelere, anarşist ve lanetlenmiş CIA ajanlarına, daha nelere kimlere söyletiyordu da biz ne anlıyorduk. O, soytarıları takdim ettikçe bizim içimizde bir şeyler kıpırdanıyordu. Birileri “uyan uyan” mı diyordu?

Her şeye rağmen

Aslında biz Tom Robbins’i edebiyatın neresine koyalım, hiç bilemedik. Neşe de zaten mükedder edebiyatın neresinde duracağını pek bilemiyordu. Gerçi her ikisinin de boşlukta asılı kalmaya, başımızın üstündeki trapezlerde kıkırdayarak salınıp durmaya itirazı yoktu.

“Dünya görüşüm” diyor Robbins, “Kafka’nınkinden pek farklı değil aslında. Tek fark, Kafka bunun kendisini mutsuz etmesine izin verdi, ben karşı çıktım. Her şeye rağmen neşe, ama şuursuz neşe değil, adaletsizliğin, ıstırabın, çürümenin varlığını teslim etmek ama bunun planlarımı bozmasına izin vermemek, herkese önerim budur.”

Kimliğinden, coğrafyasından, kaderinden belki hiç çekmemiş bu adama “hadi canım” mı diyelim şimdi? Hangi teraziyle tartalım onun rağmeniyle kendi rağmenlerimizi? Hem aslında kimin ne çektiğini biz nereden bilelim?

Kesinliği ve nizamı özgürlüğe tehdit olarak görüyor. En çok donuk bir zihinden ve sıkıcı bir hayattan korkuyor. Mutluluk hazinesinin anahtarının, hayatı ve kendimizi o kadar da ciddiye almamak olduğuna inanıyor. Bizi böyle doğaya ve kendi varoluşumuza yabancı kılan ne varsa, muhafazakârlığın eleştirisine dönüşen bir mistisizmle alaşağı ediyor, az şey midir? Politikacıların, askerlerin, din adamlarının dayattığı hakikati tersine çevirip elimize veriyor da bir karnaval geçidinin içinde bulunca kendimizi, hiç değilse uzun uzun soluklar biriktirebiliyoruz. Tahakküme böyle de direnebiliyoruz.

 “Her insanın” diyor hani, “DNA’sında hala öyle ya da böyle bir mağara hatırası bulunur.”

Bunu hiç unutturmuyor. Bizi her şeyin özüne, kaynağına çağırıyor. Her romanının tam ortasında bir Zen keşişiyle bir bilge soytarı el ele tutuşmuş oturuyor. Ağrılarımızdan yıldızlara bakarak, çıplaklığımızı kutsayarak, toprağı ve nimetlerini avuçlayarak biraz olsun sıyrılabileceğimizin sırrını fısıldıyor da iyi geliyor işte, bari birileri iyi şeylerden bahsediyor.

Üstelik tüm bunları kapitalizmin neon ışıklarının altında yapıyor. Modern hayatın güncel hallerinden bahsederken aynı anda kadim bir orman hikayesi anlatabiliyor. Altı duyusunun altısıyla birden, geçtiği her yerden ganimet toplayarak yazıyor. Bulduğu ne varsa ağzında çalkalayıp önümüze tükürüyor. Madde ve nesne bağımlılığımızla, kusurlarımız, zaaflarımız ve düşkünlüklerimizle dımdızlak ortada kalıyoruz ama iyi geliyor, niye öyle oluyor?

Hiç anlatılmamış hikayelerle

“İnsanların” diyor, “hayal edebileceğinden çok çalışıyorum.”

La Conner’daki “dört kanatlı sirk”inde, Coca Cola anıtından masasında otururken bir eliyle yeri bir eliyle göğü tutuyor Tom Robbins. Daha doğrusu belki, yeri işaret ederken göğü gösteriyor. Hikayelerinin nereye varacağını önceden bilmiyor, bu sayede her gün yazmaya güç ve iştah buluyor. İlham onu barlarda ya da deniz kenarında arayıp durmasın diye her gün yazının başına geçiyor. Bazen oluyor, bazen olmuyor. Çok yavaş çalışıyor. Her sözcüğün üzerinden yeniden, yeniden geçerek ve daha “organik” bulduğu için, el yazısıyla.

“Hiç anlatılmamış hikayelerle” diyor, “hiç bir kategoriye sokulmadan, kendimi ve okurları eğlendirmek, şaşırtmak ve aydınlatmak istediğimi çok genç yaşta anladım.”

Seattle’daki Doors konseri bu idrakin sonrasına denk geliyor büyük olasılıkla. Robbins için niyetini pekiştiren an, bir milad. O zamanlar gazete ve dergilere sanat eleştirileri yazan Robbins 35 yaşında ve her yerde sesini arıyor. İlk romanının basılmasına daha 4 yıl var. Temmuz 1967 ve Seattle sallanıyor, Doors Seattle’ı sallıyor. Ve o gün Robbins Doors’dan el alıyor. Yaratıcı enerji devrediyor.

“Etkilendiğim belli şarkı sözleri ya da Jim Morrison’ın tarzı değildi. Öyle arındırıcı bir deneyimdi ki, yaratıcılık sürecimde bir şeyleri ferahlattı. Konser yazısını neredeyse düşünmeden yazdım. Bundan böyle yaratmak istediğim etkinin tam da böyle bir şey olduğuna karar verdim.”

Dokunduğu yeri oyuyor, oturduğu yeri deliyor adeta anlatırken. Onu buna teyelliyor, şurayı buraya ilikliyor. Teşbihte bunca mübalağanın, artık düşünüyorum da, hiç sakıncası yok. Her şeyin bir ve bütün oluşunun, bir kez de böyle, metafor yağmuruyla tasdik edilmesinin bir sakıncası yok. Sihri ateşlemek için aşırılık gerekiyor, Robbins’in muvaffakiyeti aşırılığı meşru kılıyor.

Korkunun kömür karası terini pembe limonataya dönüştüren hisler var sahiden, pasta hamurundan ve yıldız ışığından yapılmış kasabalar var. Lennon ile McCartney, mikrofonun dibinde yüzlerini yan yana getirdiğinde, ikisinin yüzü tek bir yüz halini aldığında, gördüğümüz en güzel yüz, evet, o. Kendimizi Fransız Devrimi’ndeki bir sokak gibi hissedebiliyoruz bazen. Bikinili kocakarıya döndüğümüz oluyor.

Dönüp dönüp bakıyorum. Azıcık şifa olacaksa dünyanın derdinden, günlerin ağırlığından, duyularımızı körelten bu “medeniyet”ten, kara kara giyinmiş adamların resmiyetinden nefesi tutulmuşlar da baksın. Bilen hatırlasın, bilmeyen bulsun. Otuzundan önce baktıysa bir de kırkından sonra baksın. Oh ki kabuklarımızın altında cılk hayat var.

Hafifle, oh, Erleichda!

Duygu Bayar Ekren – edebiyathaber.net (4 Ekim 2016)

Yorum yapın