‘Beyaz Kale’yi kim yazdı? | Erdinç Akkoyunlu

Ağustos 22, 2018

‘Beyaz Kale’yi kim yazdı? | Erdinç Akkoyunlu

Bir romanı açıklamak için romanın kendisinin yeterli olmadığı durumlarda, iki ihtimal var demektir: Ya benim gibi (bu sıfatı hak ettmesem de) edebiyat eleştirmeni sadece o romanı yazmak ister. Veya o roman, birçok romandan süzülüp gelmiştir ve diğerlerinden söz etmemek Dante’nin Cehennemi’ne girme suçunu oluşturur. İki ihtimalli düşüncelerin hep faşizmi çağrıştırdığını hissederim. Üçüncü bir olasılığı bulmak için çoğu zaman boş yere dönüp durduğum olur. Ama bu kez değil. Söz konusu Orhan Pamuk romanıysa, daima bir üçüncü ihtimal kendiliğinden orta yerde vardır ve onu bulmak için çabalamaya gerek olmaz. Genellikle de doğru şık odur.

Pamuk’un hemen tüm romanları için Türk ve dünya edebiyatı klasiklerinden kendini gizlemeyen esinlenmelerin eseri olduğunu ifade etmek, bundan birkaç yıl öncesi olduğu gibi edebiyat dünyasında işlenen o büyük günahlardan biri değil artık. Bu cümleyi kurduğunuzda edebiyat çetesi tarafından eliniz, ayağınız bağlanarak sanki serbest olsanız çıkabilecekmişsiniz gibi bir kör kuyuya yuvarlanmıyorsunuz. Bunda Pamuk’un o istemese de etrafından oluşup kendilerine bir rant ilişkisi kuran çetenin, artık bu işten sıkılmasının ilgisi yok. Artık Türk edebiyatını derinleştirecek temel çabanın kaba tabiriyle esinlenme, gerçekte ise ikon romanlarla metinlerarasılık olduğu görüşü geniş kabul görüyor. O sebeple de Beyaz Kale romanının sadece Beyaz Kale olmadığını içinde Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden Dostoyevski’nin Öteki’sine, Reşat Ekrem Koçu’nun Osmanlı Tarihi’nden Cervantes’in Don Kişot’a kadar geniş bir Türk ve dünya klasikleri harcı olduğunu ifade etmek için de,  bir edebiyat üstadı olmanıza gerek yok. Romanın son bölümünde Pamuk’un Beyaz Kale Üzerine adlı 1986’da yani roman yayınlandıktan bir yıl sonra yazdığı bölümü okuyacak denli kitapların son bölümlerine saygılı ve sabır sahibi olmak yeter. Ya da yetmez.

Sihirli giriş cümlesi

Beyaz Kale, “Venedik’ten Napoli’ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti” cümlesiyle başlıyor. Pamuk’un tüm romanları, bazı yazarlara özel olan sihirli açılış cümlesiyle başlar. Pamuk’un Yeni Hayat romanının giriş cümlesi “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” bunun en bilinen örneği. Bu giriş cümlelerinin sihirli olmasının sebebi, ilk cümle üstatlarının romanlarının özetini ve sırlarını açılış cümlesine koyma fikrinden geliyor. Bunu pek önemsemese de Yaşar Kemal de aynı şeyi bazen yapardı. Demirciler Çarşısı Cinayeti romanının açılış cümlesi “O iyi insanlar, o güzel atlara binip gittiler”  o romanın özetidir. Beyaz Kale’de de bu giriş hiç unutulmamalı. Romanda Venedik’ten Napoli’ye yapılan deniz seyahatinde İstanbul’daki köle pazarında satmak için kalyonları basan Türkler İtalyanları bozguna uğratır, çoğunu kürek mahkumu yapar romanımızın kahramanı ‘Köle’ de, başına gelecekleri hesapladığından kendini doktor olarak tanıtınca kısmen sıkıntılı bir seyahatin ardından kendin İstanbul zindanlarında bulur. Romanda açıkça tarih yazılmasa da hikayenin başlangıç dönemi 1648-50 yılları arasında. Osmanlı’nın hiç durulmayan sularının Topkapı civarında kaynadığı yıllar. Osmanlı’nın kadın padişahlarından Kösem Sultan’ın iktidarı elinde tutmak için paşalar ve ağalarla kanlı siyasi satrançlarını oynarken, tarihe Deli İbrahim diye geçen sultanın tahtan öldürülmeden indirilmesinin ardından 6 yaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun başına geçen 4. Mehmet dönemi. İstanbul zindanlarında da bir müddet mahkumların önemsiz hastalıklarına ve yaralarına çareler bularak doktorluk unvanını geliştiren Köle, bu sırada mecburen Türkçe öğrenir ve hızla geliştirir. Bir gün de Paşa tarafından mide rahatsızlığının tedavisi için konağa çağrılır ve Köle’nin hayatı değişir. Zenginliğin ve gücün saraydan başka yerde paylaşılmasına izin verilmediği için aristokrasisi yine sarayla ilişkileriyle çerçevesinde Paşa ve Ağa’lık makamlarıyla sağlanan Osmanlı’da, Köle’nin evine gittiği Paşa da, sözü kanun sayılanlar arasındadır. Ve Köle’nin Paşa’nın mide rahatsızlığının üç beş aya dağılan gelgitleri doğrultusunda bir türlü dikiş tutmayan Paşa hekimliği, bir gün tamamen değişir. Paşa, oğluna Başvezir’in kızını alacağı düğün için Hoca diye tanıştırdığı Türk ile Köle’nin bir havai fişek gösterisi hazırlamasını buyurur. Şu ana kadar hikayeyi Köle İtalyan’ın anlattığından söz etmeyişimin nedeni, anlatının Köle’nin Hoca ile karşılaşmasının sırrında yatıyor. Köle, Hoca’yı gördüğünde aslında kendisini görür. İlk başta da hayal gördüğünü zanneder bu benzerlik karşısında. Sonra bir aynaya baktığını sanar. Gerçekte ise İtalyan Köle ile Türk Hoca bir elmanın yarısı gibi birbirlerine benzemektedirler ama bu fiziksel benzerliğin ruhsal bir yansımasının olmadığı çok geçmeden ortaya çıkar. Köle, fişek gösterisi için çalıştığı Hoca’nın suskun, içten pazarlıklı ve yeteneksiz olduğunu çok geçmeden fark eder. Ama beraber o güne değin İstanbul’da görülmüş en görkemli fişek gösterisi yapılır. Finali de havaya yükselen bir şeytan ikonu ile sonlandır.

Paslanan fikirler

Bu eşsiz gösterinden pek hoşlanan Paşa, ani bir kararla Köle’yi  ‘Azat etmek ya da köle olarak kullanma haklarını istediği gibi kullanabileceğini’ bildirerek Hoca’ya verir. Bunu yaparken de Paşa, bombayı patlatıp Hoca’ya Köle’nin  sahip olduğunu düşündüğü tıp, astronomi ve kimya bilgilerinden öğrenebileceğini söyler. Bu bölümü sıradan bir İtalyan’ın sıradan bir Türk’e öğretebileceğinin daha fazla olduğunu düşünen bir Osmanlı paşasının bakış açısıdır. Venedik’teki evine, nişanlısına, annesine dönme umutları belki serbest bırakılırım düşüncesiyle yeşeren Köle ise Hoca ile iyi geçinmeye çalışır. Ama karşısında umduğu kişiyi bulmaz. Hoca, astronomiye, fiziğe, kimyaya meraklı ve sürekli bilimden söz eden bir hayalperest, çeşitli ve o güne kadar yapılmamış güçle silahlar tasarlayabileceğine inanan bir girişimcidir. Ama Köle’nin anlatımına göre Hoca, tüm bunları büyük bir hasetlik, kibir ve Köle’ye karşı olan cahilliği nedeniyle bir düşmanlıkla yapar. Köle’nin kısa süreceğini umduğu bu İstanbul esareti sonu görünmeyen bir yolda yürüyüşe dönüşür. Bu esnada Hoca Köle’nin tüm bilgilerini sömürüp sonunda bunların işe yaramaz şeyler olduğuna kanaat getirdiğinde ise çocuk padişah 4. Mehmed, bilgin olarak tanıdığı Hoca’yı sarayına çağırır ve ona At Meydanı’ndaki kafeslerinde görmekten, beslemekten çok hoşlandığı aslanların ne zaman doğuracağını, leoparların nasıl koşacağına ilişkin şeyler sorar. Hoca ise etrafının çıkarcılarla çevrili olduğunu düşündüğü çocuk sultanı ele avuca almak için ona olmayan hayvanları anlatır, sultanın zihnini işleyebilmek için astronomi bilgisiyle gözünü boyamaya çalışır ve Ay ile Dünya arasında var olduğunu düşündüğü yıldızı kanıtlamak için sultanın himayesine girmeye uğraşır. Gelgitlerle dolu yıllar süresinde çocuk sultan ile zaman zaman temas kuran Hoca, önce Güneş Sistemi’ni anlatan hareketli bir maketi Köle ile beraber yapar ama bunun yüzüne ne çocuk sultan ne de ders verdiği diğerleri bakmayınca fikrini paslanmaya terk eder.

Pamuk’un saflık eseri

Köle’nin Hoca’nın iflah olmaz bir hayalperest olduğunu anlaması dünyanın her yerinde çalışacak bir namaz saati yapma fikri ile zirveye ulaşır. Bunun için harcanan zaman ve emek de boşa gidince, Hoca’nın ara sıra saraydan çağırılıp çocuk sultanın o yetmeyince de iyi rüya gören bir Yeniçeri’nin rüyalarını yorumlayarak sultanı avucunun içine alma planları da suya düşer. Hayatlarını aynı evi paylaşarak geçiren Köle ve Hoca zaman zaman kadınlarla yatmak için genelevlere gider, arta kalan zamanlarda ise Köle’nin bir marangoza tarif edip yaptırdığı masada oturarak yazmaya başlarlar. Köle, Venedik’teki hayatını, nişanlısını, annesini ve onların artık gittikçe unutulan yüzlerini tasvir ederken o mendebur Hoca’dan da Edirne’deki hayatı, annesi ve kız kardeşine ilişkin birkaç sayfa sır masaya dökülür. Bu yazmaya ilişkin hal de bir süre sonra Hoca’nın Köle’ye ‘Hayatımı öğrenmeye çalışıyorsun’ suçlamasıyla son bulur. Ama o günlerde Köle ile Hoca, birbirlerine sadece fiziksel olarak benzemediklerini aynı zamanda Hoca’nın zırhlı inatçılığı kalktığında ruhlarının da benzeştiğini fark eder ve bundan doğal olarak tedirginlik duyarlar. Beyaz Kale’nin bu bölümü romanları bir x-ray ışığıyla okuyup alt metinlerini inceleyen okur için ilerleyen bölümde sürprizlerin geleceğini haber verir. Ama bunun dışında Beyaz Kale’nin bir roman mühendisliği eseri olmadığını da ortaya koyar. Beyaz Kale, Pamuk’un diğer bütün romanlarında oldukça baskın şekilde hissedilen önceden tasarlanmış kurgunun romana aktarılmasını anlatan mühendislik çalışmasını barındırmıyor. Romanı yazma fikrinin aklında piştiği ama kağıda bir doğallıkla, yazı nereye çağırıyorsa metnin de oraya doğru yol aldığı şekliyle aktığını gösteriyor. Yıllar sonra Pamuk bu durumu Saf ve Düşünceli Romancı kitabıyla anlatıp, bu doğal yönteme saf’lık adını verdi.

Dönüşüm başlar

Beyaz Kale’nin ilerleyen bölümlerinde, çocuk sultan 4. Mehmed, Hoca’yı yanında daha çok görmek ister. Sultana göre Hoca, rüyaları yorumlayan müneccimbaşı olmalıdır. Ama Hoca için asıl zaferi İstanbul’daki veba salgını getirir. Köle’yi ilk kez kaçmaya teşebbüs ettirecek denli korkunç bir kıyımla İstanbul’u bir tabut denizine çeviren vebaya karşı herkes çaresiz kalınca, sultan Hoca’nın getirilmesini buyurur. Hoca da bu  küçük fırsatı altın bir geleceğe çevirmek için geri durmaz. Köle’nin tıp bilgisinden ve onun vebalıların ölüm tarihleri ile yerlerini ele alan bir takvim hazırlanması fikrinden hareketle sultana, İstanbul’un bir süre karantinaya alınması önerisini götürür. Çarşı pazar yerlerinde uygulanan bu tedbir vebayı sonlandırınca Hoca, artık çocuk sultanın gözdesi olur. Ama bir çocuğun oyuncağına yaptığı gibi kırılıp hırpalanan, savrulup bir kenara atılıp unutulan  ve zaman zaman hatırlanan bir oyuncak. Sultandan o büyük silahı yapmak için Gebze’de geniş arazilerin yüklü gelirini ve bu işi başarabileceğine dair inancı alan Hoca, Köle ile beraber işe koyulur. Önce topçu başını ya ben ya o diye sultana rest çektirecek kadar kızdıran kusursuz top projesi hayli zaman ve para yer ama ortaya hayal kırıklığından başkası çıkmaz. Daha sonra da tank benzeri ama yerden kalkmayan ve ne işe yaradığı açıklanamayan bir silah yapılır. Fakat bu silah da bir türlü sultanın ilgisini çekmez. Bu arada büyüyen sultanın aslanlara, leoparlara, fillere ve avlanmaya merakı bitmez. Avladığı hayvanlar için gözyaşı dökerken, bu aristokrat sporunu da gözdesi haline getirir. Ve yanında Hoca’yı da götürür.

Romanın ilerleyen bölümleri Hoca’nın küçüklükten beri aklını çelmeye uğraştığı sultanı ele geçirme planları ve talihin de yardımıyla yavaş yavaş bunu başarması ama bir türlü tatmin olmamasıyla ilerler. Hoca’nın kaba saba halleri, ruhsal krizleri ve kendini sürekli Köle ile kıyaslaması bitip tükenmeyen bir işkenceye dönüşür. Bu arada Venedik’e gitme umutları aradan geçen 15 yılla iyice sönen Köle, Müslüman olmadığı için ne kendini İstanbul’a ait hisseder ne de dönse Venedik’te bir hayatı olabileceğini düşünür. Başlangıçta kurduğu İstanbul’daki köle yıllarını anlatacağı romanını da yazmaktan vazgeçer. Ama aslında Köle’nin ağzından dinlediğimiz Beyaz Kale, o romandır. Öte yandan Pamuk, Köle’ye bu roman yazma fikrini İstanbul’daki zindan günlerinin başlangıcında karşılaştığı İspanyol köle üzerinden verir. O köle, kendisinden önce Türklere esir düşen bir İspanyol’un kurtulduktan sonra İspanya’ya dönerek kendini şövalye sanan bir adımın başından geçenleri anlattığı romanı yazdığını kendisinin de aynı şeyi yapacağını anlatır. Gerçekte 1570 yılında İnebahtı Deniz Savaşı’nda Cervantes adlı İspanyol, Türklere esir düşer ve İstanbul Tophane’deki Kılıçali Paşa Camii’nin yapımında çalışarak haracını ödedikten sonra serbest bırakılır ve Don Quijote’u yazar. Hatta Don Ouijote’ta da İstanbul’da esir düşen bir İspanyol’un hikayesi de var. Pamuk da, İtalyan Köle üzerinden onun İstanbul’daki esirliğini roman yapma fikrini ortaya koyarak Cervantes’e sonu Nobel Edebiyat Ödülü’ne varacak bir gönderme yapıyor. Öte yandan roman her ne kadar Batı sanatı olsa da İstanbul da roman sanatı için çok önemli bir şehir. Bunun da vurgusunun yapılması ayrıca güzel.

Büyük kaçışın öyküsü

Beyaz Kale, Köle ve Hoca’nın 20 yılı aşkın süre aynı evi paylaşmaları, kadınlarla beraber olmaları, çocuk ve ergen sultanın hayal dünyasını masallarla renklendirmeleri üzerinde ilerlerken bir gün sultan Köle’yi görmek ister. Ve vaktini Hoca ile değil Köle ile geçirmeyi tercih eder. Köle’ye de başından beri Hoca’nın kendisine anlattığı ve inandığı her şeyi aslında Köle’nin anlattığı ve yazdığını bildiğini söyler. Sultan da tıpkı Paşa gibi İtalyan Köle’nin tüm bu bilgilere ve becerilere sahip olabileceğini ama Hoca’nın bunu ancak taklit edebileceğine dair bir inancı taşıdığını itiraf eder. Bu hâl, yıllarını evde geçiren Köle’yi huzursuz etmez. Çünkü artık Hoca evde oturmaya başlar ve Köle saraya giderek 4. Mehmed’in rüyalarını yorumlar, ona vebayı nasıl durdurduğunu anlatır ve yaptıkları silahlardan, olmayan hayvanlardan söz eder. Köle ise bu yıllar içinde Hoca’nın iç dünyasına çekildiğini zannederken bu kibirli, saldırgan ve tutarsız Türk bilimci korkunç silahlarını yapmayı gizliden sürdürür. Sonunda sultan sefere çıktığında Köle de Hoca da İstanbul’da kalır ama bu çok sürmez. Edirne’ye sultanın yanına aldıkları davetle sefere katılma fırsatı doğar. Korkunç silahlarını da yanlarında götürürlerken henüz fetih edecekleri o Beyaz Kale’ye gelmeden Hoca’da ani değişimler başlar. Bunun işaretleri ilkin Edirne’de gittikleri Hoca’nın aile evinden kovulmalarıyla ortaya çıkar. Daha sonra Hoca, sultanın da katıldığı amansız bir günahkar mısın oyunu ile Hıristiyan, Müslüman, Yahudi din, dil, ırk ayırmadan yolları üzerindeki herkese büyük günahlarını sorar. Birbirlerini aldatma ve hırsızlıklara ilişkin suçlar haricinde bu çabasından da eli boş döner. En nihayetinde o yıllarca üzerinde çalıştıkları silah Beyaz Kale’nin fethinde işe yaramak şöyle dursun, birçok belalara yol açınca Hoca, Köle’yi 20 yılın sonunda kendi kıyafetlerini ona verip bu benzerlikten yararlanarak kaçmasına yardımcı olur.

Okur ile yazar araında

Pamuk’un Beyaz Kale romanı, bu hikayeyi bize anlatanın İstanbul’dan kurtuluşunun romanını yazmak isteyen İtalyan Köle değil, Türk Hoca olduğunu anlatmasıyla derinleşir. Başından beri her şeyi yazan Hoca’dır üstelik kaba saba, içten pazarlıklı ve cahil olan da İtalyan Köle’den başkası değildir. Sultan 4. Mehmed’in Müneccimbaşı olup yıllarını geçirdikten sonra emekliye ayrılan Hoca, Gebze’ye yerleşmiş ve evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra 70 yaşına gelince vaktiyle Köle ile yaşadıklarını düşünür olmuştur. Hoca’ya göre Köle, Venedik’e dönmüş, İstanbul’daki esir yıllarının romanını yazıp meşhur olmuş. Nişanlısı, kocasını bırakıp ona varmış, annesi de bu mutlulukla ölmüştür. O sırada Hoca ile Köle arasındaki bu hikayeden haberdar olan Evliya Çelebi, Hoca’nın kapısını çalar ve Mekke-Medine seyahatinden önce kendisine İtalya’yı anlatmasını ister. Bu gezginin yazdıklarından etkilenen Hoca, yıllar önce yazmaktan vazgeçtiği romanı böylece bitirir ama bu romanı yazan İtalyan Köle midir yoksa Türk Hoca mıdır, bunlar gerçekten yer mi değiştirdiler tüm gerçek kurmaca ile iç içe geçer ve ancak okur ile Orhan Pamuk arasında halledilebilecek bir meseleye dönüşür.

Eş’siz bir hikaye

Beyaz Kale hakkında yayınlandığı 1984’ten beri Türkiye’deki postmodern romanın en nitelikli örneği olduğu ve birbirinin yerine geçmeye dönük klasiklerden harmanlanan bir hikayesi bulunduğu, hatta İstanbul’daki esirlik bölümlerinin esinlenmenin ötesinde intihal olduğuna ilişkin pek çok şey yazıldı söylendi. Nitellikli edebiyat eleştirmenleri bu romanı ele alan kitaplar, makaleler yazdı. Üzerinde bunca konuşulan bu romanın ortaya çıkmamış bir sırrını bulma iddiasındaki bir edebiyat boşboğazı değilim. Pamuk’un da roman hakkındaki son sözüyle Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazarken aklına gelen bu metnin sultanın aklını çelerek makineler yapmak isteyen bir müneccimin hikayesi olacakken nasıl başkalaştığını anlatısı sorulara yeterli cevap bence. Ama bugüne kadar atlanan bir şey var ki, o da Beyaz Kale’nin klasiklerden esinlenmeyi altın bir oranla potasında eriten yapıtlar listesinde olması ya da Türk edebiyatında tarihi hikayelerin de okunabileceğini gösterme gücünden öte bir anlam taşıyor. O da Beyaz Kale’nin tıpkı anlatıcı Hoca’nın söylediği gibi o bu hayalleri yazarken, evi çekip çeviren ve çocuklarla ilgilenin bir eşinin olması. Roman başından beri birbirinin eşi olan iki insanın tutkulu hikayesini anlatmıyor muydu? Beyaz Kale, mutlu bir yazarın hayallerini tam olarak yazabileceğinin vesikası. Hoca da, Köle de, Orhan Pamuk da bunu anlatıyor. Ama atladıkları bir şey var ki, mutluluk sen yazına son cümleyi yazınca uçup gidiyor. Mutlu olman için yeni romanlar yazman lazım. Ve birilerinin senin esinlendiğini öne sürmesi. Oysa ki Beyaz Kale gibi romanlar romanlar üreten romanların romanıdır. Onu da sonra anlatırım…

Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (22 Ağustos 2018)

Yorum yapın