Bekleme odası | Anıl Ceren Altunkanat

Mayıs 12, 2016

Bekleme odası | Anıl Ceren Altunkanat

cerenİnsan bazen yaşamıyla ne yapacağını bilemiyor. O yaşam kendi yaşamı mı, yoksa “gerçek yaşam”ın kapısındaki bekleme odası mı, emin olamıyor. Yetişme telaşıyla yitirme telaşı birbirine karışıyor. Doludizgin bir akıntının ortasında taş gibi, kendi akışını bulamamış bir kaya gibi kalakalıyor insan. “Bense hep yerimde sayıyorum.”

Sayıyorum. Sanki herkes gideceği yere bir heyecan koştururken, yerini, yönünü belirlemişken ben duruyorum. Onlara bakıyorum. Onlar yaşıyor, ben bekliyorum. Onlardan böylece ayrılıyorum. Yalnızlaşıyorum. Bekleme odasına sıkışan bir tek benim. Öyle sanıyorum. Bu daha da daraltıyor bekleme odasını; hiç çıkamayacağım buradan, biliyorum.

Ama belki… Belki bu kadar da yalnız değilim o daracık bekleme odasında. Belki tam da aynı dertten mustarip birileri var. Evet. Ve onların varlığı ferahlatıyor odayı, ışık getiriyor bir parça. Ve en önemlisi, çoğalınca bekleyenler, bekleyiş yaşama dönüyor yüzünü; benliğe yönelik bir espri anlayışı yerini alıyor kasvetin. Gülünebilecek bir şey oluyor beklemek. Azalıyor güldükçe.

Sanırım bu yüzden sevdim Berna’yı. Esra Türkekul’un temiz ve sıcak anlatımıyla bize seslenen Berna alaycı inadıyla, kendini sahnede devleştirmek için debelenmeyen ama yaşamın kapısı aralamaktan da vazgeçmeyen ısrarıyla ete kemiğe bürünüyor okudukça. Bununla da kalmıyor, taze bir solukla dalıveriyor içimizdeki bekleme odasına. Şimdi kapı aralık. Zira aynı dili konuşan biri var karşımda, akıntıya aynı şaşkınlık ve telaşla bakan biri.

“Hayat sanki hep başka yerde yaşanıyor. Ben bir türlü yakalayamıyorum, elime alıp kavrayamıyorum.”

Tanıdık, değil mi? Tanıdık ve incitici ama Berna’nın dilinden dökülünce kaçınılmazlıkla alayın kıvrak ve bulaşıcı diline ulaşıyor çıkışsızlık. Hatta çıkışsızlık olmaktan çıkıyor.

“Ben ne yapacağım peki? Sonsuza kadar bu evde saklanamam. Yaşıtlarım çoluk çocuğa karıştı yahut ikinci, üçüncü evlilikleri yaptı. Kimi yogaya, kimi bisiklete, kimi de glüten duyarlılığına sardırdı. Ya da üçü bir arada… O kadar çok şeyi nasıl yapabiliyorlar? Ben sadece zaman geçiriyorum. Kaç yıldır taş üstüne taş koymadım. Timur’la evliyken de böyleydi sanırım ama evliliğin içinde kamufle oluyordu. Timur bile nereden nereye geldi. Bense hep yerimde sayıyorum.”

cadibostani-cinayetiCadıbostanı Cinayeti (Esra Türkekul, Mylos Kitap, 2016, İstanbul) ile ikinci kez karşımıza çıkan Berna’yı anlatmak için bunlar elbette yetersiz. Özünde güçlü ve dirençli bir kadın Berna; güçlü ve dirençli kadınların çoğu zaman yaptığı gibi sindirmiş kendini. Saklamış. Yaşamının üstünü örtmüş adeta. Bu örtü gizeme, polisiyeye duyduğu üstü örtülmez dürtüyle atılıyor yavaş yavaş. Ve onun merakı, alçakgönüllü inadı okuru da sarıyor.

“Caddebostan Sahil Parkı güzeldi ve bu gayesiz güzelliğin içinde bol miktarda kısırlık, bol miktarda kopukluk da vardı. Biliyordum. Başka türlü, insan nasıl mutlu olabilirdi ki zaten?

Cadıbostanı Cinayeti’nin verdiği başka bir “mutluluk” da mekânların bunca tanıdık olması. O uzun uzun yürüdüğümüz sahilde, yürürken başka bir yaşamın olanaklarını hayal ettiğimiz sahilde; kaybolup bir dedektif heyecanıyla ana caddeyi aradığımız sokaklarda geçiyor öyküsü. Artık gitgide bizim öykümüz bu.

“Caddebostan’a eskiden Cadıbostanı dendiğini okumuştum. Sonra bir paşa gelip köşk yaptırınca cadı falan kalmamış olmalı ki semtin adı değişmiş. Gayrimenkul dünyasında para, cadıyı her zaman kovar. Şimdinin cadıları da semtin düşük gelirli kesimi… Kentsel dönüşümle yeniden yapılan apartmanların fiyatları o kadar artıyor ki emeklisi, memuru böyle bir dairede oturacağına satıp taşınmanın hesabını yapıyor.”

Bizim öykümüz olduğunu, benim öyküm olduğunu pazar günlerinden anlıyorum – ve Berna’nın dolaba saklayıp gizlice içtiği viskiden. (Ailemin yanında yaşadığım seyrek zamanlardan biriydi, marketten ucuz viski alıp dolabıma saklardım. Usulca içerdim geceleri. Ailemin fark etmediğini umarak. Utanırdım. Bunu yapan bir benim sanırdım. Daha da çok utanırdım. Yıllardır anlatamamıştım kimseye. Şimdi kurtuldum yükümden. Teşekkürler Berna. )

“Bana göre bir idam mahkûmunun son günü gibiydi pazar günleri. Aşırı değerli bir zaman dilimiydi teorik olarak. Pratikteyse yapacak güzel bir şeyin olmadığı, gece uykuya dalmayı iple çektiğim bir gün.”

Bir cinayetin peşine düşmek istemiyorum – o iş Berna’ya kalsın. Ama artık ölü pazarları yaşamak da istemiyorum. Bekleme odasına tıkılmak istemiyorum. Berna’nın alaycı yıkıcılığı o bekleme odasını darmaduman etsin, beraber yıkalım daralan duvarları. Evet, Berna arkadaşım olsun istiyorum. Gülecek çok şey var, biliyorum. Çözecek çok cinayet var, ben asıl katili biliyorum. Gel Berna, gizlediğin viskiden bir yudum alıp konuşalım…

“Duyduğum sevinç hissinin büyüklüğü, zaman içinde farkında olmadan biriktirdiğim bunalma hisleriyle doğru orantılı olmalıydı.”  

Odaları ferahlatmalı. Çünkü bu yaşamın ta kendisi.

Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (12 Mayıs 2016)

Yorum yapın