Bazen söz de kavuşmayı bekler | Feridun Andaç

Şubat 14, 2017

Bazen söz de kavuşmayı bekler | Feridun Andaç

feridun-andacMeltem Arıkan’a, onunla hatırlayıp

paylaştığımız zamana.

Bu günü bekledim. Kaç zamandır ilkgençlik çağımın semtine gitmek istiyordum.

Başka bir ülkede, kara parçasında bir semt gibi uzağına düşmüştüm. Gidememek burcuna tutulmak da bu olsa gerek! Bütün yolları bilirsiniz, ama gidemezsiniz…

Sanki, daha o yeni yetme çağlarında, kulağıma fısıldamıştı Lorca imkânsızın ne olabileceğini:

Bilirim de yolları,

Varamam Kurtuba’ya…

Oysa, kuşbakışı ötemdeydi. Zaman zaman gözlerimle dokunurdum… Bir koku alır savururdu beni o yakaya; bir renk çıngısı görmeyeyim delimsek olurdu bakışlarım… Yurtsuzluğuma yurt açan bu yerin her bir tınısı ruhumda zaman burçları yaratmıştı. İnsanın insana dokunmasını, bir yerin yabancısı olmayan bakışlara bağlanmayı ben burada öğrenmiştim. Kendini bulma, keşfetme mekânı olmadan var olunamayacağını gene bu semt öğretmişti bana. Bir de, insanın ancak sevdiğine gidebileceğini; duyguda, düşte, düşüncede, sevgide ve aşkta, kederde ve yalnızlıkta vazgeçmemeyi öğretmişti…

Şairin, “İnsan bırakmaz sevdiğini, sevmek insanı bırakır,” dediği yerdi sanki bu semt! O ki; “Üçüncü Şahsın Şiiri”ni semtin az ötesinde yazmamış mıydı?

“gözlerin gözlerime değince

felâketim olurdu ağlardım

beni sevmiyordun bilirdim

bir sevdiğin vardı duyardım”

Düşlerde aradığını gözlerde bulduğun mevsimi anlatandı her köşe bucağında.

Yol, içimizdeki ıssızlık…

Denizi geçerken, vapur iskeleye vardı mı; ıhlamurlu yol düşerdi aklıma. Ama adımlarım gitmezdi. Başımı döndürüp bakamazdım. Yönüm yüzüm hep bugün ötesi zamanlardaydı. Sıklıkla da yinelerdim; sanat, hayatı ölüme karşı savunma biçimidir, diye…

Hiçbir sözü nedensiz kılmamak gerek, yaşanmışlıkları da.. derdim o derslerimde… Sonra da eklerdim, bağlantı kurun. Ve her karşılaşma yeni bir zamanın ruhudur çünkü, eğer bunu yakalayan bakışı edinemezseniz; ne insana gidebilirsiniz, ne de bir mekânın insan ömründeki anlamını bilebilirsiniz.

“Bir iz bırakan, bir yarada bırakır,” sözünü ederken de; bunların, bütün yaşanmışlıkların zamanını mühürleyip yol alamazsanız hiçbir yere gidemez, hiçbir insanda yeniden var olamazsınız…

İşte bu sözlerden düşüncelerden çıkıp gelmiştim  o gün iskeleye…

Geçitsiz zaman

O uğunuş zamanlarında gözlerimi alır, Barbaros Heykeli’nin yanından geçerek; aklıma takılan şu yontu boyamalarını düşünmeye yönelirdim.

Hayatın kitch yanlarını sorgulamak duygularımı alırdı bir ânda, hani sinirleri alınmış biri gibi bakmak vardır ya; öyle kılardım kendimi.

Ne yüzüm, ne de düşlerim düşüncelerim orada değildi artık.

Bugünü beklediğimi içimde yaşatana söz geçiremedim! İskele yolcusu kıldım kendimi. Beklemek, merak etmek, özleyişlere çıkmak güzeldi. Yeni karşılaşmalara yüzünü dönmek, yeni zamanın keşfine dönük küçük sevinçleri yaşamak…

Kendine yeni bir zaman açan bakışlardasın şimdi.

Gene hatırladığın şey, Dante’nin şu dizeleri:

“Sizler ki hüzün var yüzünüzde,

yere eğik gözleriniz, acınızı göstererek,

nereden gelirsiniz, renginiz

acımanın rengine dönüşmüş böyle?”  (Dante/Işıl Saatçıoğlu)

10954878_520290638111832_2141842761_nGözlerindeki martı görüntülerini belleğine kaydederek küçük not defterini açıp şunları yazıyorsun:

Senin gözlerinde zaman

Çağsanan bir gül gibisin.

Yani kendi bahçesindeki renk, bütün bakışlardaki biçim, bendeki kokusun.

Öyle nazlısın ki; Ferhad olmak yetmiyor sana varmaya.

Artık susuzluk da fayda etmiyor sendeki bakışa kavuşmaya.

İnsan, sevince görebiliyor ancak bahçedeki rengi. Bentleri aşabilme sevincini taşıyabiliyor zamanın hükmüne.

O ki; sen de bir yerdesin evrende, orası merkezi olmalı hayatın. Bend-i bahir yolcusu da olsan fayda etmez kendi atlasından geçmeye.

Yeniden yarat, diyor söz, kendini. Duygularında filizleneni düşüncelerine taşı.

Git, o nazlı gönüllünün bahçe duvarına dokun. Seyret çiçeklerini. Eşiğindeki izlere göz izlerini bırak. Mermerlerdeki çizgilere karışsın senden yansıyanlar.

Kırlangıç nasıl yapar yuvayı, bunu öğren. Japongüllerinin sabrına şaşkınlıkla bak.

Ezberle kıl şairin dizelerini:

İnsan

ya hayrandır sana, ya düşman,

Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun

ya bir dakka bile çıkmazsın akıldan… (Nâzım Hikmet)

De ki sen de:

Zamanınız

Bölüyorum sizi zamana,

bölünüyorum sizinle zamandışı’na.

Hadi, öyleyse, savunun siz de

sözsüz’lüğünüzü. Bir kitaba

başlamanın ilk satırını yazın;

okunanı ezber edin, ama

aklınızda tutun başlarken ki

ilk cümleyi. Çekip alın Kant’tan

şu sözleri: “duygulandırmayan yavandır”;

bakın gözlerime, şu sözünü söyleyin yoksa:

“sıkıcı kişi kibirliyse budaladır.”

Hadi, öyleyse, sizin zamanınızı anlatın;

bunlardan hiçbiri deyin rüzgârımıza!

Aylanan zaman

Duvarlardan geç, yelatan fırtınalardan. Serin bakışlı dervişlerle söze dur. Kamber’in kahvesine uğra sahilde. Hal hatır sor oğluna. Mahalle Kahvesi’ni oku Sait Faik’ten. Balyanlar’ın taşa, mermere biçim veren ömürlerini düşün. “Ortaköy’de Zaman” kitabına yeni sözcükler ekle, “Gönülçelen” dediğinin bahçesinden geçerken. Çınaraltı’na uğra. Bir zamanlar çeşmesinden suyunu içtiğin günleri hatırla. “Son durak” anılarını bir de. Sonra, gidip dur 106 No’lu kapının eşiğinde, Çınar Apartmanı yazısının yaldızlarını seyret bir süre. Dereboyu’nun eski bir fotoğrafını taşı belleğine. Açıkhava sinemasında izlediğin filmleri bir de. Keten helva, firigo gazozlu günleri… incir ağaçlarının kokusunu hatırla, Denizkızı Eftelya’nın şarkılarını bir de… Yorgo’nun meyhanesini, berber Hamdi’nin cam kavanozlardaki sülüklerini, Turşucu Kâmil’in parmak ısırtan hünerini, Arasta’daki terzi Hasan’ın yarenliklerindeki edasını, sonra her hafta sonu mutlaka kapısını araladığın Ortaköy Hamamı’nı…

Ve kendini saklayan Ortaköy aşklarına ver bakışlarını… Kemal’in uzaktan gelen mektuplarındaki sofistike edasını, paylaştığınız her satırın “devrim” alevi gelen esintisini düşün bir de…

Ehrenburg’un Buzların Çözülüşü romanındaki Lena’yı düşün, öyle bir sevgiliyi düşlerinde yaşattığın zamanı… Oturup Pavese’nin Yaşama Uğraşı’na kendini kaptırdığın ânları, bir de Stendhal’in elinden tuttuğu zamanı hatırla; Castro Rahibesi’ni, Kızıl ve Kara’nın Julien Sorel’ini…

Artık Hamsun’un defterini kapayıp, ama o “ilk aşk” zamanında, onunla, Victoria, Pan, Rosa anlatılarının satırlarında bakışlarını eriterek tuttuğun notları çıkar artık o zamanın okuma sandığından.

Gitmeyi seç şimdi bu semte. Uğra, saydığın bütün yerlere… Ve seni zamanla barıştıran “dünya gülü”nün bahçesine git…

xay[290]S_Store_160Sonra da Portakal Yokuşu alsın o gözleri senden. Bırak kendini oranın zamanına.

Sokakla ev arasında bir yolcu

O sokağın arayışına neden çıktığımı anlatacak değilim.

Gitmeyi seçerken, aşinası olduğum, bir zamanlar da yaşadığım semte nice sonra dönmenin heyecanını bastıran daha yoğun bir merak içindeydim.

Duygularımı dindirmek için, ıhlamurlu yola çıkmadan, rastlantı sonucu karşıma çıkan, yakın zamanda da açıldığını öğrendiğim bir kitabevine adım atınca, biraz dindim gibi!

İç açıcı, her haliyle “kitabevi” olduğunu hissettiren bir yerdi. Sevinçle gezinmeye, kitaplara, raf dizilerine göz atmaya başladım.

Gözüme ilişen ilk kitap Bilge Karasu’nun İmbilim Ders Notları’ydı. Sonra başkaları… kalemlere, defterlere yöneldim hemen.

Dünya Adil Değil’i çekip aldım raftan. Ardından Slavoj Zizek’in cep kitapları dikkatimi çekti. Bende olmayanlarını hatırlamaya çalıştım. Sanat/Konuşan Kafalar’a göz atınca, hemen okuyabileceğimi düşündüm. Sonra, Yorgos Theotokas’ın Leonis/Bir Dünyanın merkezindeki Şehir: İstanbul 1914-1922 ilgimi çekti. Madem yönümü Ortaköy’e dönmüştüm, buna da hemen başlayabilirdim. Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? ise, salt Spinoza tutkumdan beni kendine çekti. Ama o yokuşu çıkıp, sokağı keşfettikten sonra, gelip “Bizce Kuru”da yemek molası verdiğimde, ilk göz atıp okumaya yöneldiğim kitap da bu oldu.

Duramadım, “gönülçelen”e kalemler, defterler, kitaplar seçtim.

Yazmamak ve susmak ondaki gönül sanatıydı! Gecesi yoktu, gündüzleri baktığın her yerdeydi. Sözcüklerle taşınır, satır aralarında beklerdin.

Gelip, yeni açılan Grand Pera’da Caribou Coffe’de oturup yazmaya başlayınca da, önce o vapur notlarıma göz attım, sonra da sokağın keşfindeki notlu krokilerime.

O keşfi yolculuğum iç ürperticiydi benim için. Adeta o sokağa varmamak için çaba sarf ediyordum.

Gürcükızı Sokağı’na tırmandım diyebilirim! Aydınlık Sokağı’ndan geçip Şair Necati Sokağı’na gelmiştim.

Arnavutkaldırımlı yol, elden geçmiş az katlı yapılar huzur veriyordu. İlk sağ olabilirdi! Yaklaştıkça adımlarım yavaşlamıştı, köşeyi dönüp tabelayı okuyunca duraladım. Sokağın ucuna baktım.

Baharını düşündün bu sokağın, çiçeklenen arka bahçelerini, duvarlarından taşan sarmaşıkların ömrünü…

Kısa bir yoldu. Bu kadar çabuk karşıma çıkabileceğini ummuyordum. Yolları labirent kılıp ne kadar ağırdan alsam da; sokağa varmak hiç de zor olmadı.

Bir filmin ağır çekim karelerini andırıyordu adımlarım. Sokağın ucuna bakıyordum…

Aralanan bir kapıdan gölgesinin taşlı yola düştüğünü düşündün.

Solgun bir gül oluyor dokununca, dememiş miydi şair? Bunu hatırlatan bir gölgeli gül düşsün isterdin şimdi bu yola… Bakmazdın, görmezdin, ama gene de hissederdin gözlerinin deniz maviliğindeki ışıltısını.

Sokağın kısalığı, evin dingin yalın görünümü, gelip gidenin ve araçların olmaması; bir ânda beni, Zürih’te Elias Canetti’nin eşi ve kızının yaşadığı, gölün ta öte yakasındaki evlerini bulma yolculuğuma döndürdü.

Öyle çok sorma huyum yoktur. Adresle, krokiyle aradığım bir yeri kendim bulup keşfetmek isterim. Zürih’teki o ev de birden çıkmıştı karşıma!

Gene böylesi bir yokuştu, ıssızdı, duvarlarından ağaç dallarının sarktığı bir evdi. Duvarların zaman yorgunu hallerini kapamak için can atan cömert yeşilliklerden alamamıştım kendimi. Anne heyecanlı, kız ilgisizdi sözün bizi buluşturduğu zamana.

Şimdi de, kendimi sözün divanesi kılabilirim. Hatta aşkın da… Ama gönülsüz bir gülün divanesi olmak niye?

Bu sokak imkânsızı anlatıyordu biraz da; aşılamazlığı, gidilemezliği, bir yeri bir yerden koparmayı… Gelip gelip dayandığınız, ötelere geçmek istediğiniz bir zamanı… Bir yapı ustasının adını vermeye kıyamadığı bir bakışı.

İçinden yazdın, kendince bir ad yakıştırdın… “Kavuşma Sokağı” dedin. Öyle ki, nefesin yamacın ucuna ulaşabilirdi; bağırsaydın, bir meleğe gönül düşürmenin nidasını edip deseydin:

“Kim, bağırsam, duyardı çığlığımı melek

 saflarından? Tut ki biri yüreğine aldı beni

apansız: Yok olur giderdim daha güçlü varlığının

önünde. Evet, güzel dediğin yalnız başlangıcıdır

korkunç olanın, anca dayandığımız;” (Rilke/Can Alkor)

Ve bekleyen sözün kavuştuğu zamanın burcunda bu sokağın alınyazısını düşünmeye verdin kendini…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (14 Şubat 2017)

Yorum yapın