Ara Güler: “Kendi fotoğrafımı ben kendim icat ettim.”

Ekim 19, 2018

Ara Güler: “Kendi fotoğrafımı ben kendim icat ettim.”

Fotoğraf: Ceren Salman

Yazı ve söyleşi: Feridun Andaç

Anımsanan ve unutulan zaman denilince, belleğimde yer eden ilk adlardan biri Ara Güler’dir.

Zaman ve bellek kavramlarını çağrıştırmasının ötesinde onun bir başka önemli yanı da var ki; tanıklık… Her bir fotoğraf karesiyle bize getirip sunduğudur bu. Kadraja aldığı her görünüm ân’ın tesbiti olduğu kadar, bir durumun/atmosferin yansımasını da getirir. Güler’in fotoğraflarının bir başka boyutu da, görüntünün/görünenin ötesinde insani gerçekliğin dilini yakalayabilmesindeki yalınlıktır. O bakışıyla yakalayıp tesbit ettiği ‘insanlık’ durumunu insan psikolojisinin derinliğiyle yansıtması etkileyicidir. Daha da ötesi, onun fotoğrafının temel özelliğidir bu. Bir tür fotoğraf sanatının yansıma/yansıtma  biçemlerini gösteren ilk, hatta temel kaynaklardan birisidir. Onun bu yanını en iyi anlatan da, kuşkusuz, insan yüzleri/portreleridir. “100 Yüz” sergisini gezip, albümünü okumaya yönelirken ilk göze ilişen de budur

Güler’in bu tanıklığı birkaç açıdan önemlidir. İlki fotoğraf sanatının ülkemizdeki oluşma/gelişme çizgisinde bir miladı başlatmış olması. Diğeri Ara Güler fotoğrafçılığının basın dünyasındaki röportaj geleneğine yeni bir ufuk açması, bir diğeri de onun yeryüzüne dağılan tanıklığı.

Bunlar birbirini bütünleyen olgular gibi görünse de; Güler, devraldığı bir mirastan yola çıkarak kendi önünü açıp, yolunu bulmadığı için kendi yordamını getiren, geliştiren ender sanatçılardandır. İmlediğimiz yanlarının her biri onun hayata bakışı, uğraşının ardından gidişi yolu/yordamıyla biçimlenegelmesi  nedeniyle ayrı ayrı ele alıp değerlendirilmesi gerekir diye düşünüyorum.

Güler, sürekli olarak, kendisini ‘röportajcı’ olarak nitelemesinin ardında da bu yatıyor olsa gerek. Eninde sonunda yaptığı iş bir diyaloga, sesli/sessiz konuşmaya dayanıyor. Yeryüzünün keşfine çıkmış bir ‘kaşif’ gibidir. Mekânların/nesnelerin dilini bulmak/öğrenmek/tanımak derdindedir.. İnsan-doğa, insan-mekân, insan-iş/uğraşı alanları/bunun için önemlidir, Güler’de.

Eğer onun fotoğrafisinin başlama noktasından bugüne uzanan süreçlerine dikkat edersek; ne denli yaşayan, gören, gösteren biri olduğunu gözleriz.

Aslında Güler, bununla da yetinmez. Kendisine yeni maceralar edinir. Gitmeden, gezinmeden, görmeden, bakmadan bunun olamayacağının bilincindedir. Bir masalcı gibidir o… Yüz bin kez görüp öyküsünü dinlediğimiz bir nesneyi/mekânı/insanı bakarak yeniden yeniden anlatmasını bilir. Öğretir bize de. İşidir onun görmek/bakmak.  İki kare arasındaki lekenin dili, imi, aurası da orada yatar.

Fotoğraflarına dikkat ettiğimizde ışıkla gölgenin oyununa yansıyan alaşımın, Güler’in bakışıyla ne denli anlam kazandığını görürüz…

Onun bize sunduğu evrenin yolcusu kesildiğinizde, karşınıza ilk çıkan da o görüntünün dilidir. Büyüleyici, sizi kendine çeken etkileyici bir söylem. Evet evet söylenlerin dilini kuran, belki de bunun ortaya çıkaran bir büyücüdür o. Saklı karakutusuna dokundukça bizi şaşırtan bir dev gibi, akıl almaz dünyalar getirip önümüze koyar.

Ara Güler bir büyücüdür aslında! Simyası kendinde saklı, edası kendine özgü, dilini yalnızca kendisi bilir. Siz istedikçe gösteren, baktırandır.

***

Konuşmasındaki ivecenliği, bir yere yetişecekmişçesine edası şaşırtmamıştı beni. Tosbağa Sokak’taki Güler Apartmanı’nın 4. katında oturup konuşmaya başladığımızda, o halinin hiç yitmeyen bir yanı olduğunun gözlediğimi söylemeliyim.

Masasının başına geçti, bir kristal küreyi andıran lambasını yaktı… İki kolunu kavuşturarak o ahşap masaya dayandı. Sonra okşarcasına iki ucundan tutundu. “Bütün ömrüm burada geçiyor, sen gezginliğime bakma,” dercesine anlatmaya başladı. Odadaki her nesne Ara Güler’di… Kutular, kitaplar, film makaraları, fotoğraflar… Güler, her an iyi bir kareyi yakalayacakmışçasına bir edaydı.. Ötede, “İstanbul Hatırası” örtüsünün önünde kurduğu makinesinin son ayarını yapan kalfasının sesini duymak isteyen bir ustanın edası bize hiç yabansı değildi.

Bir sokak fotoğrafçısı gibi durmasa da, kendisini bu işe adamış; günler/zamanlar geçirmiş bir usta olarak yeni bir işe hazırlar gibiydi…

Yeryüzünde Yedi Yüz yeni yayımlanmıştı. Biz söze oradan başlayacaktık. Ama onun bu macerasının öncesi de beni kendine çekiyordu. İstedim ki söze oradan başlayalım. Öyle de oldu.

Görmekle bakmak arasındaki sözün, imgenin büyücüsünü bir de kendi sözlerinden dinleyelim.

(Aşağıdaki söyleşi 2005 yılında yapılmıştır.)

Okuma tutkunuz nasıl başladı, kimlerdi bu konuda sizin yolunuzu açan?

1940’larda “Tercüme” dergisi vardı. Her sayısını büyük heyecanla beklerdik. Onları hâlâ saklıyorum. Mili Eğitim klasiklerinin hepsini okudum. Yirmi yaşıma geldiğimde bütün klasikler bitmişti.

Peki yazı yazmaya ne zaman başladınız?

Lise döneminde hikâyeler yazmaya başladım. Bazıları Türkçe bazıları Ermenice oluyordu. Okuduğum okullara rağmen, Türkçeyi Ermeniceden daha iyi biliyordum.

Siz lise yıllarında sinemayla ilişkiniz başladı. Nasıl oldu bu?

O zaman babam kimya malzemeleri satıyordu. Film stüdyoları vardı. O zamanlar aslında tiyatroya ilgi duyuyordum. Babam beni küçük yaştan beri tiyatroya götürüyordu. Muhsin Ertuğrul’un arkadaşıydı. Babam makyaj malzemesi satıyordu tiyatroya. Makyaj malzemesi olmadığı için babam onlara özel kremler yapardı. Tiyatroda kurslar başladı. Ben ilk talebelerinden biriydim. Konservatuar daha kurulmamıştı. Sonra konservatuara bağlandı. Ben tiyatroyu perdenin arkasından seyretmeyi severim, böylelikle tiyatronun içinde hissediyorum kendimi. Benim bir sürü piyes denemem de vardı. Ama daha çok hikâyeler yazıyordum.

Sizi hikâye yazmaya yönelten neydi?

On, on iki yaşından itibaren hep piyesler oynanıyor, açılış hep Shakespeare’le yapılıyordu.  Ayrıca bütün klasikleri okumuştum.

1950’ler gazeteciliğe ilk adımınızı Yeni İstanbul’da atıyorsunuz. Nasıl oldu bu, neydi sizi gazeteciliğe götüren?  

Yazları film stüdyolarında çalışıyordum. Lisedeyken birçok piyes sahneye koyduk. Ben hep tiyatroyla, hikâyeyle uğraştım. Fotoğrafçı olacağım aklımın ucundan geçmemişti. O zaman Arap filmleri çok geliyordu. Bunlar Türkçeye çevriliyordu. Dublajları benim çalıştığım stüdyolarda yapılıyordu. Teknik eleman olarak çalışıyordum. Film stüdyosu yandı, babam ondan sonra beni film stüdyosuna sokmadı. Evde her zaman bir fotoğraf makinesi vardı, hatıra fotoğrafları çekiyordum. Fakat günün birinde Yeni İstanbul gazetesinde bir arkadaşı vardı babamın, onun vesilesiyle gazeteye girdim 1948 yılında. O zamanlar çok olay olmazdı. Amerikan gemileri gelirdi. En mühim şeyler yangın ve futbol maçlarıydı.

Kendinizi ‘Röportajcı’, ‘foto muhabiri’ olarak nitelendiriyorsunuz sürekli. Oysa her bir fotoğrafınız usta bir fotoğraf sanatçısı olduğunuzu anlatıyor bize. Önce bu ayrımı konuşalım istiyorum: Kimdir röportajcı, fotoğraf sanatıyla aralarındaki yakınlık-uzaklık nedir, nerede dururlar?

“Fotoğraf sanattır” derler. Benziyor da sanata. Ama sanat o kadar ucuz değil. Picasso, Mozart, Beethoven’dır sanatçı. İnsanlar bir makine alınca sanatçı oluyor.  Fotoğraf daha mühim bir şeydir. Bir foto muhabiri bir tarihçi gibidir. Yaşadığı dönemi kaydediyor, bu görsel tarihdir. Bir tarihçi eskiden harfleri anlatır, bir de kendi imajitasyon sebeplerini koyardı içine. Halbuki benim yaptığım iş gerçeğin kendisini tam olduğu gibi gösterir. Bunun şakası yoktur, bunun içinde imajinasyon yoktur. İmajinasyon olmadığı için sanat değildir diyorum. Senin bir katkın yok. Olan odur onu tespit ediyorsun.  En doğru tarihi foto muhabirleri ve kameramanlar bırakır dünyaya.

Benim mesleğimle fotoğrafçılık arasında fark, röportajcılık gazeteciliğin bir koludur. Bir yeri gördün, sevdin ve bu yeri diğer insanlara takdim etmek istiyorsun. Fotoğraf çekiyorsun, yazısını yazıyorsun, getiriyorsun. Sen bir yeri takdim ediyorsun. İnsanlar eskiden bugünkü gibi çok gidip gelmiyordu. Onların göremediği bir dünyayı önlerine getiriyorum. Bu fotoğrafçılıktır. Sanatla tek benzer tarafı gazeteciliğin bu röportajcılıktır. Yoruma da ihtiyaç yoktur.

Siz  röportajlarınızla bize yepyeni bir ufuk açtınız. Daha doğrusu dünyayı getirip önümüze koydunuz, olup bitenlere baktırdınız, düşündürttünüz. Dünya ile kurduğunuz bu bağın sizdeki anlamı/yerini konuşalım istiyorum. Buradan bakınca, Ara Güler’in iki farklı kimliği çıkıyor karşımıza: gazeteci, fotoğraf sanatçısı. Biz her ne kadar bu ayrımı benimsemezseniz de, ortaya koyduklarınız yarına böyle ulaşacak. Sizin bir ayrımınız var.  

Tiyatroyla uğraşmam, estetikle uğraşmam, kompozisyon bilmem, resimle uğraşmam, edebiyatla uğraşmam bana bir ufuk açmıştır. İnsanların dünyasını sanatçılar kurarlar. Onun için dünyanın sanatçılarını çekiyorum. Onlar bizim dünyamızı kuran adamlar. En kötü sanatçı bile bir başbakandan mühimdir.

Peki fotoğraf neyi anlatır? Sizin son kitabınıza baktığınızda gerçekten bir tanıklık var. Sizde bu duygu düşünce nasıl oluşur? Ben size gelirken Beyoğlu’nu dolaşarak geldim. Beyoğlu sizin fotoğraflarınızla belleğime kazındı. Kentle, bir semtle simgeleşen bir yanınız var. Yedi Yüz kitabınızdaki fotoğraflar nasıl oluştu kafanızda? 

Ben bunları her gittiğim yerde çekiyordum. Röportaj olarak düşünmüştüm. Kitap olarak düşünmedim.

70 yüz de yapabilirdiniz? Bu “yedi yüz”ün bir anlamı olmalı.

Bu yedi yüz de bir imparator gibidir dünyada. Ben samimi olmadığım birini çekmem, şipşakçı değilim.

Peki siz fotoğraf sanatını nasıl tanımlıyorsunuz, nedir fotoğraf size göre? 

Fotoğraf benim düşüncelerimi kaydeden bir alettir.

Usta-çırak ilişkisine inanıyor musunuz? Sizin bir ustanız oldu mu?

Usta çırak ilişkisi iyi bir şey. Ben kimseden bir şey öğrenmedim. Ben fotoğrafı icat ettim. Kendi fotoğrafımı ben kendim icat ettim.

Yeryüzünde gitmediğiniz yer kalmadı. Savaş muhabirliği  de yaptınız. Fotoğraf çekmek ve tanığı olduğunuz durumları yazmak. Bu birbirini bütünleyen bir olgu mudur?

Ben bir Picasso’nun röportajını yaptımsa, bunlar hep gazeteciliğin parçalarıdır. Röportaj gazeteciliğin sanat olabilecek noktasıdır. Gazetecilik, soğuk bir olaydır.

Değişen teknoloji sizin yaptığınızı ileri mi götürdü? Yoksa bir engel getirdi mi? 

Geri götürdü. Ne çekiyorsan kaydediyor. Şu anda benim için internette 1.700 civarında madde var. Hiçbirine bir şey yazmadım, kendiliğinden oluyor.

Fotoğraflarınızda tanıklık esastır. Zamana, döneme tanıklık. Siz de, bunu “görsel tarih yazıyoruz,” diye nitelendiriyorsunuz. Bu yazma sürecine hazırlıktan söz edelim istiyorum. Ara Güler, nasıl fotoğraf çeker, o görmek serüveninin ucunda yatan nedir, bir ‘iş/görev’ duygusu mu onu yollara düşürür, yoksa bir konu, bir düşünce, bir durum mu?

Ben içimdeki sesi dinliyorum. Ben her yere karımla giderim. O dökümantasyonları toplar. Gitmeden evvel inceliyoruz. Gittiğimiz zaman ne olduğunu bilerek gidiyoruz. Gideceğim yeri ben kendim kafama koyuyorum.

Hiç gitmediğiniz, gitmek istediğiniz bir yer var mı? 

Meksika’dan aşağı Güney Amerika’yı bilmem. Latin Amerika beni sarmıyor.

Gelelim.. Yeryüzünde Yedi İz’e. “Dünyalar kurmuş sanatçılar”a ithaf ediyorsunuz. Siz de bu birikimin tanıklığıyla bir dünya kuruyorsunuz aslında. Önce sizi onlara götüren buluşturan duygudan söz edelim.

Bu sanatçıların fotoğraflarını çekmem, sadece bir tarafım. Ben insanların fotoğraflarını çekiyorum, memleket röportajları yapıyorum. Birçok dünya seyahati yaptım. Afrika, Hindistan.. Hindistan’a on altı kez gittim, bir pilot o kadar gitmiyor.

Son kitabınıza “foto-röportaj” demek en iyi tanım olur sanıyorum. Bunun anlamını konuşalım istiyorum. O buluşma an’ları ve geçen zaman dilimi… Her bir kişinin sizdeki izleri, onlarla buluşurken önceden edindiklerinizle yüzleştiklerinizin birleşimi.. Nasıl bir zaman tüneli oldu aranızda?

Zaten ben o tünelin içindeyim. Bu fotoğraflara bakarak, bu kitapları yaparak başkalarını da o tünelin içine çekiyorum. Bunlar hakiki yüzlerdir.

Picasso

Karşınızda duran bu ‘yedi yüz’de sonsuzluğun dilini görmek önemli. Mesela ben Russell’le fotoğraflarını yan yana koyduğumda, sizin yazdığınız yazıyı okuduğumda yaşadığı mekanı, o oturduğu koltuğu bile gördüğümde başka bir öykü kurmaya başlıyorum.

Ben de sana onu yaptırmak istiyorum. Benim fotoğrafımdaki büyümdür. Fotoğraf büyücülüktür. Belki 15. Yüzyılda olsaydı, fotoğrafçıları büyücü diye asacaklardı.

Bu anlamda özellikle bu sanatçıların fotoğrafları için söylüyorum, en unutamadığınız anınızı anlatabilir misiniz bana? O öykülerde bazılarını anlattınız ama en unutamadığınız anınızı anlatabilir misiniz?

Picasso en mühimidir.

Hangi yönü daha çok sizi etkiledi?

“Ben bir şeyler çizerim, sen ister bak ister bakma. Ben kendim için çizerim,” diyor. Sana aldırmıyor.

Bu ‘yedi yüz’e dönüp baktığımız zaman sizin fotoğrafınızın gizini/büyüsünü de veriyor bence. İçinde  düşle gerçeğe baktırırcasına bir duygululuk hali. Siyah beyazdan renklere geçiş… İki ayrı dünya gösterme… Bu iki renk ağışmasının dilini konuşalım istiyorum. 

Ben bir ayrım yapmıyorum siyah beyazla, renkli arasında. Siyah beyaz daha ana unsurdur fotoğrafta.

Bu tanıklıklarınızı yazılarınızla örtüştürüyorsunuz. Buradan yazarlığınıza geçelim istiyorum. 1940’lı yıllarda başladınız yazmaya. Bugün bir de öykü kitabınız var elimizde: Babil’den Sonra Yaşayacağız (1996). Yazının size elverdiği gerçeklik ne oldu? 

Daha önce söylediğim gibi ben bütün klasikleri okudum. İnsan birikimlerini dışarı dökmek istiyor. 1950’lerde hikâyeler yazıyordum. Fotoğrafçı olacağımı, gazeteci olacağımı bilmiyordum.

Niye yazıdan uzak kaldınız?

Ben çok iyi hikâyeciydim. Fakat fotoğraf beni daha çok tatmin etmeye başladı. Daha çok yere gidiyordum. Mühim saydığım insanların fotoğrafını çekiyordum.

Gene de, öykülerinizdeki yaşanmışlık duygusu/gözlem/tanıklık röportaj yazılarınızın oluşmasında bir üslup oluşturuyor. Ne dersiniz?

Zaten benim bir üslubum vardı. Ben hikâyeciydim.

Russel’den söz ederken, o an yaşadıklarınıza da iz düşürür, şunları söylersiniz: “Düşündüm, fotoğraf çekmek konuşmaktan daha önemliydi o anda. Çünkü, ne de olsa o diyeceğini demişti ve diyecekti.  Ben onun varlığının karşısında ancak bir anlık bir tanık olabilirdim. Bu tanıklığı iyi yapabilirsem, onun demek istediğine belki bir şeyler katabilirdim.” Bu tanıklığın sizdeki yansılarını bugün nasıl değerlendiriyorsunuz, nasıl bir duygu bu bir ‘tarih’le yüzleşmek, konuşmak, fotoğraflarını çekmek?

Benim için onları görmek mühim değil. Ben hayalimde bir adam kurmuşum. Bu adama değer vermişim, gitmişim, konuşuyoruz. Bu kadar mühim bir adamın karşısında ona sorulacak bir şey yok. Bu onun vaktini almak olur. Sadece bu vaziyeti fotoğraflamak  yeni  bir şey zaten. Russell’in o kadar çok resmi çekilmemiş. Benim  onun dünyasını alıp görsel olarak size aktarmam da bir şeydir.

Yazarlık yanınızı göz ardı etmiyorum, ama dünyanın sayılı fotoğrafçıları arasında yer alan Ara Güler, her fotoğrafınız bir yere ulaştığında basılıp geldiğinde karşınıza nasıl bir duygu yaşıyor?

Bu profesyonelliktir. Hoşuma gider ama müthiş bir şey olarak da düşünmem. Ben bir röportaj yapıyorum, Magnum ajansı seksen memlekete gönderiyor ben hepsini  görmüyorum ki. Sadece parasını alıyorum. Belli başlı mecmuaları görüyorum.

Peki her şeyi arşivlediniz mi? 

Yok, arşivlemedim. Arşivlemek demek her resmin altını yazmak demek.

Her şey elinizin altında… 

Elimin altında, ama ben arşivle uğraşmam. Ben öldükten sonra kimse bir şey bulamaz. Bir sisteme bağlanmamıştır.

Peki bir fotoğraf müzesi yapma  düşünceniz var mı? 

Sanat fotoğraflarımı babamdan kalan bu binada sergileyerek böyle bir proje gerçekleştirmeye çalıştım. Ama esasında Türkiye’de kanunlar sakattır. Müze açsam Kültür Bakanlığı’na bağlı olmam lazım.

Yeni bir kitap projesi var mı? 

Tabii var, ama  önce mühim olanlar. Bu yedi yüz mühimdi. Bizim edebiyatçılarımızın bir kitabını yapmak lazım. Bu kadar edebiyatçılarımızın kitabını yapsam, iki bin sayfa olması lazım.

Anılarınızı yazmayı düşündünüz mü? 

Yazmak zoruma gidiyor.

Gerçekten birkaç kuşağa bakmasını ve belleğe sahip çıkmasını öğreten insanlardan birisiniz. Giderek röportajcılığın öldüğünü düşünüyorum. Bir Yaşar Kemal, Fikret Otyam, siz… Geleceği çok karanlık mıdır röportaj yazarlığının? 

Gazetecilik ölebilir de, röportajcılık ölmeyecektir. Çünkü bu görsellik olayıyla televizyona geçecektir. Gazeteler günün birinde bitebilir. 

edebiyathaber.net (19 Ekim 2018)

Yorum yapın