Adorno: Politik angajman, gerçekliği karartır, politik etkiyi azaltır | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

Ekim 14, 2015

Adorno: Politik angajman, gerçekliği karartır, politik etkiyi azaltır | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

onur-bilge-kula

Konuyla ilgili önceki yazı için>>>

Ayrıca, eleştiri, Brecht’in “biçimlendirdiği şeylerin yeterliliğinin ötesinde nesnel nedenlerden ötürü”, “kurtarıcı bir şeymiş gibi kendi üzerine kurduğu normu/ölçütü karşılamadığını” suskunlukla geçiştiremez. “Mezbahaların Kutsal Johanna’sı”, onun “diyalektik tiyatrosunun merkezi konsepsiyonuydu.” “Seçuan’ın İyi İnsanı”, “iyiyi isteyen kendisini kötüleştirmelidir” sözü uyarınca, “iyiliğin dolaysızlığıyla kötüye yardım eden” Johanna gibi, söz konusu tiyatro anlayışını tersine çevirmek suretiyle farklılaşır. Öte yandan, bu anlayışa denk düşen şey, Brecht’in savaş açtıklarını gülümseten aklı kıt düşmanlarından korkulacak bir şey olmadığı şeklindeki “politik naifliktir.” Bu aklı kıt düşmanlar da Brecht’in kendilerini Johanna’nın “bitim sahnesinde betimlemesinden” hoşnut olabilirler.

Adorno’nun açımlaması uyarınca, Brecht, ‘Büyük Diktatör Arturo Ui’nin Durdurulamaz Yükselişi’nde faşist önderin “öznel bakımdan hiç önem taşımayan öğesi ve göstermelik yönü, çarpıcı ve doğru olarak” sergilemiştir. Faşist önderlerin “parçalanımı” (demontajı), “diktatörün etkinleştiği toplumsal ve ekonomik bağıntıların kurulumuna değin uzatılır.” Böylece çok güçlü erk sahiplerinin “dalavereleri/dümenleri” değil, “sıradan gangster örgütü” öne çıkarılmış olur. “Faşizmin hakiki vahşeti” ortadan kaldırılır; faşizm “toplumsal gücün/erkin yoğunlaşmasının” bir sonucu olarak değil, “her hangi bir kaza veya cinayet türünden rastlantısal” bir şeye dönüşür.

“Ajitatör amaç” şunu buyurur: “Düşman küçültülecektir” ve bu buyruk edebiyatta ve 1933 öncesi edimde olduğu gibi, “yanlış politikayı” özendirir. Ui’ye yüklenen “gülünçlük”, her türlü diyalektiğin tersine “faşizmin dişlerini kırar.” İdeoloji karşıtı bir yazar/şair olan Brecht, “kendi öğretisinin ideolojiye indirgenmesine” ortam hazırlar. ‘Büyük Diktatör’, “yergi gücünü yitirir ve bir Yahudi kızın, SA’nın adamları tarafından parçalara bölünmeksizin, kafalarına sırayla tavayla vurduğu yerde” her türlü zulmü yapar. Gerçekte Yahudi bir kız SA’nın adamlarının kafasına vuramayacağı için, “politik angajman” yüzünden “politik gerçeklik” hafife alınır. Bu tutum, “politik etkiyi” de azaltır.

Adorno’nun açımlaması uyarınca, Sartre’ın “Guernica tablosunun İspanyol davasına bir tek kişi kazandırıp kazandırmadığı” kuşkusu, Brecht’in tiyatro oyunları için de geçerlidir. Dünyada işlerin adil olmadığını kimseye “öğretmeye” gerek yoktur. Ayrıca, Brecht’in de sahiplendiği “diyalektik kuram dahi bu alanda pek az iz bırakmıştır.” Onun öne çıkardığı “saf biçime göre öğretinin öncelikli olduğu” savı, “bizzat öğretinin öğesine” dönüşmektedir. “Süsleyici öğelerin amaçlılık gerekçesiyle yok edilmesi”, diyesi, “koşullardan ötürü biçimin düzeltilmesi”, büyüyerek, kendi özerkliğini gölgeler.

Brecht’in “sanatsal ilke olarak öğretici oyun” anlayışına dayanan “yazarlığının özü budur.” Onun dolayımı olan dolaysız olarak görülen süreçlerin “yabancılaştırımı”, bu yüzden “edimsel etkiye katkı yapmaktan çok bir “biçim oluşturumu” olarak değerlendirilebilir.

Brecht’in söylediklerine eksiksiz uyarak, “politika onun angaje tiyatrosunun ölçütü” durumuna getirilse bile, bu tiyatro anlayışının “politikada” kendisini doğrulamadığı görülür. Bu bağlamda Hegel, “özün ortaya çıkması/görünmesi gerektiğini” öğretmiştir. Öz görünse bile, onun “ortaya çıkmayla ilişkisini” göz ardı eden betimlemenin kendisi de, ayni “faşizmin arkasındakilerin yerine lümpen proletaryayı” koymak gibi, “yanlıştır.” Brecht’in “indirgeme tekniği”, yalnızca kendisinin “angajman versiyonunu mahkum eden” ‘sanat sanat içindir’ alanında geçerli olabilir.

“Batı için önemli bir figür” olan yazıncı Brecht’i politikacı Brecht’en ayırmak ve “tüm Almanya”nın yazıncısı konumuna yükselterek, “yansızlaştırmak” isteyen görüşler olduğunu belirten Adorno, Brecht’in “yazıncı gücünün, hilebaz ve gemlenemez zekâsının, halk demokrasilerinin inancının ve buyurduğu estetik anlayışın” ötesine geçtiğini vurgular. Bununla birlikte, Brecht asıl “bu tür bir savunmaya karşı savunulmalıdır.”

Ayrıca, onun yapıtı, “ortada olan zayıflıklarına” karşın, “politikayla böyle iç içe geçmemiş olsaydı, böyle bir güce de” ulaşamazdı. Brecht böylece “tiyatro yoluyla düşündürme” savını yerine getirmiştir. Onun yapıtının “mevcut kurgusal güzellikleri, politik amaçtan ayrı tutulamaz.” Bununla birlikte, içkin/diyalektik eleştiri, “yapıtlarının tutarlılığı sorunuyla politikasının tutarlılığı sorununu bireşimlemek zorundadır.”

Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır

edebiyat-nedir-581682-Front-1Adorno’ya göre, Sartre’ın “Edebiyat Nedir?”in “Neden Yazılır?” bölümündeki “hiç kimse bir an bile antisemitizmi övmek için iyi bir roman yazılabileceğine inanmamalıdır” sözü çok yerindedir. Adorno, bu söylemi örnekseyerek şu belirlemeyi yapar: “Hiç kimse Stalin’in daha önce Sinovyev ve Buharin’i öldürttüğü Moskova Davalarını övmek için de iyi bir roman yazılabileceğine bir an bile inanmamalıdır.” Düşünürün kalıcı belirlemesiyle, “politik hakikatsizlik, estetik biçimi kirletir.”

Brecht’in epik tiyatroda bir şeyi kanıtlamak amacıyla yaptığı gibi, “toplumsal sorunsalın eğilip büküldüğü yerde, drama kendi gerekçelendirim bütünlüğü içinde parçalanıp gider.” “Cesaret Ana”, Adorno’nun deyişiyle, bu tutumu gösteren “resimli alfabedir.” Brecht anılan yapıtta “politik bakımdan kötü bir şeyi, sanatsal bakımdan kötü bir şeye veya sanatsal bakımdan kötü bir şeyi, politik bakımdan kötü bir şeye” dönüştürmektedir. Sanat yapıtına “ileti” veya “bildirim” yükleyen angaje sanat anlayışının tersine, sanat/edebiyat yapıtlar, “ne denli az şeyi iletirse/bildirirse, o denli kendi içinde tutarlı olurlar.”

Adorno’ya göre, “kendi politikasının hakikatsizliği Brecht’i zehirlemektedir”; çünkü Brecht’in savunduğu ve öne çıkardığı şey, “uzun süre inandığı gibi yetersiz/eksik bir sosyalizm değil, övgü düzerek destek verdiği toplumsal güçlerin etkileşiminin kör akıl-dışılığının geri döndüğü bir şiddet egemenliğidir.” Bu ortamda söz konusu şiddet egemenliğinin “seni yiyebilmesi için, lirik ses tebeşir yutmak zorunda kalır ve katur kutur eder.”

Brecht’i “cesareti satın alınmış entelektüel ve şiddetten umutsuzluğa kapılıp şiddet edimine yönelen” kişi olarak niteleyen Adorno’ya göre, “Önlem’deki vahşi bağırış-çağırışlar, davanın uğradığı felaketi bile geride bırakan ve bunu selamet olarak gösteren” türdendir. Brecht’in “en iyi yönüne, angajmanının aldatıcı öğesi” bulaşmaktadır. Onun dili, “taşıyıcı şiirsel özne ile bu özne tarafından bildirilen şeyin bir birinden ne denli uzaklaştıklarını” göstermektedir. Brecht, “bu kopuşu aşmak için, yapay olarak ezilenlerin dilini” kullanmaktadır; ancak propagandasını yaptığı “doktrin”, “entelektüelin dilini” talep etmektedir. Söz konusu dilin “yalınlığı ve basitliği, kurgudur.”

Burada yanlış anlamaları önlemek için vurgulayalım: Adorno’nun bu belirlemesi tutarlı değildir; çünkü birincisi dil dolayımıyla gerçekleştirilen her türlü düşünce bildirimi bir kurgudur. İkincisi, dilin özü gereği her türlü dilsel anlatım kaçınılmaz olarak kurgusaldır.

Adorno’nun deyişiyle, angajmana karşı en ağırlıklı önem taşıyan şey, “doğru niyetin bile fark edildiğinde, dahası bundan dolayı kendisini maskelediğinde bozulmasıdır.” Bu olgunluk dönemi Brecht’in “dilsel bilgelik tavrında, şiirsel özne olarak epik deneyimin doyurduğu yaşlı çiftçide” görülür. “Dünyanın hiçbir devletinde hiçbir insan, böyle bir Güney Almanyalı muşik/köylü gibi dolgun deneyime sahip olamaz.” Brecht, “Kızıl Ordu’nun bir zamanlar yönetimi ele geçirdiği yerde yaşamın düzgün olduğu sanısını yaratmaya yönelik duyarlı tınıyı propaganda aracına” dönüştürür. Ayrıca, “gerçekleşmiş gibi gösterilen insancılığın tutunabileceği hakiki hiçbir şey olmadığı için”, Brecht’in tonu/sesi “geri getirilemez şekilde geçmişte kalan, eskimiş ilişkilerin yansıması” niteliği kazanır.

“Auschwitz’ten sonra artık şiir yazmak barbarlıktır” tümcesinin etkisini zayıflatmak istemediğini belirten Adorno’nun söyleyişle, burada “olumsuz olarak dile getirilen şey, angaje edebiyatı ruhlandıran itkidir.” Bu bağlamda “Mezarsız Ölüler”den (Morts sans sepulture) çıkan kişinin sorusu şudur: “İnsan bedenindeki kemikleri param parça edene değin vuran/döven kişi olduğu sürece, yaşamanın bir anlamı var mıdır?” Bu soru örneksenerek sanata veya edebiyata şöyle uyarlanabilir: “Toplumsal gerilemenin buyruğuyla angaje sanat kavramındaki gerileme var olduğu sürece, sanat olabilir mi?”

Konuyla ilgili sonraki yazı için>>>

Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (14 Ekim 2015)

Yorum yapın